‘Televizyon ve cep telefonu yokken ne vardı neler vardı hayatımızda’ diye tekrar sorayım dilerseniz. Bu soru aklıma takıldığından beri çocukluğum zihnimi kurcalamakta. Düşünüyorum, bu aletler yokken ne yapardık, ne ile zamanı geçirirdik? Bu soru beni altmışlı yıllara, çocukluğun neşeli yıllarına götürür.
Çocukluk yıllarından bize ne dediğinizi duyar gibiyim… Haklısınız. Ben yine de biraz anlatayım derim… Ellili yılların sonu, altmışlı yılların başları. Televizyon hayatımıza henüz girmemiş. Radyo bile pek yaygın değil; köylerde bir iki evde ya var ya yok. Ajans saatinde özellikle yaşlılar etrafında toplanır günlük haberleri dinlerlerdi. Sonra televizyon giriverdi hayatımıza. Ben okulda okuduğumuz dergilerden bölük pörçük bir şeyler öğrenmiş, köyde televizyondan bahsetmiştim. Kimsenin inanmadığını görünce susmayı tercih etmiştim. Konum bu değil… Televizyon kökten değiştirdi desem abartmış olur muyum bilmem. Ben bu değişikliklerin iyiliği ve kötülüğü konusunda değilim. Toplum hayatımızı birçok şeyi değiştirdi mi değiştirmedi mi?
Televizyon evlerin baş köşesine kuruldu, ev hanımları dantelli örtüler hazırladı, üzerine örttü. Klasik aile tanımındaki evin hatırı dinlenir yaşlılarının yerini bu beyaz cam tuttu. Artık söz sahibi oydu. Televizyonun ardından bu kez cep telefonları bodoslama daldı hayatımıza. Bilgisayarlar küçüldü küçüldü küçücük telefon kutusunun içine sığdı. Bununla kalmadı sosyal medya diye bir yığın uygulama insan ilişkilerinin arasına dalıverdi. İnsan kalabalıkta yalnızlığa düştü. Başkasını dinlemeyi bırakın kendi iç sesini bile dinlemeye fırsat bulamadı. Gözler avuç içi kadar bir ekrana mıhlandı. Sokak unutuldu. Çocuk oyunları unutuldu. Çocuklar oyundan, gençler arkadaşlıktan koptu. Baş döndürücü bir süratin sonunda kelimelerden sesli harfler atılmaya başlandı. Sonra harflere de ihtiyaç duyulmaz oldu. emojiler dili esir aldı. Artık işaret dili ile anlaşmaya çalışan bir nesil ortaya çıktı. Mektup gitti, mektupla birlikte taahhütlü, iadeli taahhütlü kelimeleri de sözlükleri olmasa da konuşma dili terk etti. Telgraf gitti. Uzun konuşmalar yerini tiktoklara bırakmak zorunda kaldı.
Televizyon ve cep telefonları yokken ne vardı? Neler vardı? Hayatımız nasıldı? Nasıl anlaşır, konuşurduk? Çocuklar günlerini nasıl geçirir, gençler neler yaparlardı? Gereksiz gibi görenler olabilir bu soruları. Biraz düşününce gerçekten hayatımızdan birçok şeyin yitip gittiğini görürüz. Televizyon odaların başköşelerine kurulup telefonlar gözleri esir aldığından beri sohbet sessizce aramızdan geri dönmemecesine sıvışıp gitti. Bu aletler varken mümkün mü sözü bir başkasının alması… Hipnotize olmuş gibi gözler ona dikilmekte, bu istiğrak hali içinde yenilip içilenlerin tadına bile varılamamaktadır. Komşu ziyaretleri de içleri boşaltılmış bir ritüele dönüştü bu alet hürmetine. Cep telefonları üzerine tuz biber ekti. İnsanlar yan yana, birbirlerinden habersiz…
Bizim çocukluğumuz, altmışlı yıllardaki çocukluğumuz neredeyse sokakta geçerdi arkadaşlarımızla. Türlü oyunlarla akşamın nasıl geldiğini anlayamazdık bile. Sokaklar seslerimizle çınlardı. Arkadaşlıklar içten, sevgiler gönüldendi. Kan kardeşlik vardı ama içi boşalmış kankalık yoktu. İlkokul, ortaokul yılları böyle geçti kuşağımızın. Okuma zevkini çizgi romanlardan aldık. Teksas, Tommiks kitapları değiş tokuş edilir bütün seriler okunurdu. Büyükler zaman zaman karşı çıkıp yasaklarlar da bir yolu bulunup okunurdu… Ders kitaplarının arasında okumaya devam ederdik. Annelerimizin uyarılarıyla kendimize gelir, yorgun argın akşam sofralarının başına dizilirdik. Mahalleler arası futbol maçları da cabası...
İlkokul yıllarımın kış gecelerine götüreyim sizi. Uzun kış geceleri, elektrik yok. Akşam oldu mu karanlık çöker el ayak çekilir, küçük pencerelerde cılız lamba ışıkları oynaşırdı. Zamanı ezan sesi belirlerdi. Akşam ezanı geceye hazırlık ve yatsı yavaş yavaş lambaların kısıldığını ilan ederdi. Hayat durur muydu? Hayır…
Köyümüzün loş ve dar sokaklarında başlayan yolculuk kubbesiz ve minaresiz caminin huzur ve güven veren ışığında son bulur; yatsı namazının ardından cami avlusunda biriken cemaatten biri, “hocafendi buyurun bu akşam bizde çay içelim” der demez tekrar el feneri aydınlığında yolculuk başlardı. Çoğu iki kat olan köy evlerinden birinin birkaç basamak olan merdivenlerini tırmandıktan sonra şişesi is bağlamış bir gaz lambası ışığının aydınlattığı evin salonuna girilirdi. Şömine, yemek için ocak ve aynı zamanda ışık vazifesi gören ocağın iki yanında konuklar dizilirdi.
Ev sahibi, önceden yakılmış olan ocağın ateşini şöyle bir karıştırtıp harlatır, konuklar yer minderlerine bağdaş kurup sırtlarını hasır ya da yün yastıklara dayar, hal hatır soruşurlardı. Adet yerini bulsun kabilinden olan bu hatır soruşma faslından sonra ocağın bir kenarına konan isten ilk rengini esrarlı bir suskunlukla gizleyen çaydanlığın hafiften tıslamaları işitilirdi. Çaydanlığın gittikçe artan cezbeli sesi, oluğundan püsküren dumanları vakit geldiğinin işareti sayılır; hemen bir demlik getirilip çay demlenirdi. İçilen çayların sıcaklığı geçmeden babam gözlüğünü gözlerine yerleştirir, kalın ciltli bir kitabın yapraklarını hışırdatarak açmaya başlardı. Bu ses, bütün dikkatleri üzerine çeker, nefesler bile özenle alınır verilirdi. Unuttum yazmayı; babam köyün ilk imam ve hatibiydi.
Babam kucağına yerleştirdiği yastığı düzeltir ve okumaya başlardı. Ortalığı derin bir sükût sarar, sadece babamın sesi duyulurdu. Büyükler huşu içinde dinlerken biz çocuklar da işin ciddiyetini anlamadan onların sessizliğine kapılır, gürültü yapmak aklımızdan geçmezdi. Babam bazen kitaptan başını kaldırır etrafı şöyle bir süzer sonra yeniden kaldığı yerden okumaya dönerdi: “Battal Gazi kılıcını çekti…” Herkes pür dikkat Battal’ın mücadelelerine dalardı. Battal ismine köylüler yabancı değildi zira köyün erkeklerinin önemli bir bölümü Battal adını taşırdı. Bu Battal sevgisi nerden gelir bilinmez ama bu efsanevi İslâm kahramanı belli ki köyde kendine önemli bir mevki edinmişti. Olayın en heyecanlı yerinde babam, “artık geç oldu, gerisini yarın akşam okuruz” diyerek okumaya son verirdi. Özellikle biz çocukların en sevmediği an, bu an olurdu. Çünkü tam da kendimizi hikâyenin büyüsüne kaptırmışken yarıda kesilirdi.
Köylüler de isteksiz ama keşke devam etseydi dercesine buna razı olur eller sigara tabakalarına uzanır kısa zamanda odayı kesif bir duman kaplardı. Bu arada Antep fıstığı tabakları ortada peydahlanır fıstık kırma makasının çıtırtısı kütüklerin yanarken çıkardığı çatırtılara karışırdı. Bu sohbetlerin sonunda kimi zaman portakal, elma da ikram edilirdi.
Konuşmalar yavaş yavaş vedalaşma isteklerine dönüşür, herkes birer ikişer evlerine dağılırdı.
Bu gece oturmalarında Siyer-i Nebi, Envarü’l-Âşıkîn, Hz. Ali’nin cenkleri kış boyunca neredeyse baştan sona okunurdu. Yıllar sonra Edebiyat bölümünde okumaya başlayınca çocukluk günlerimin bu unutulmaz gecelerinin bana neler kazandırdığını daha iyi anlamaya başladım. Çünkü çocukken dinlediklerimle hocalarımın anlattıklarını karşılaştırıyor; çoğunun kültürümüzün belli başlı anıt eserleri olduğunu anlıyordum. Annemin masal diye anlattığı öykülerin çoğunun aslında ünlü mesnevilerimizden alınma olduğunu da üniversite yıllarında öğrendim.
İsterseniz baştaki sorumu tekrarlayayım: Televizyon ve cep telefonları yokken hayatımızda ne vardı? Yahut biz neleri kaybettik?