Yaklaşık 7/8 aydır farklı şehirlerden gençlerin, eğitmenlerin, meraklıların oluşturduğu bir toplulukla kitap okuyor ve zoom üzerinden keyifle bu kitapların müzakeresini yapıyoruz.
Homo-Deus, Kesin İnançlılar ve Şeffaflık Toplumu şimdiye kadar okuyup üzerinde konuştuğumuz muhteşem kitaplar. Sırada Kenneth Boulding’in Yirminci Asrın Manası kitabı var. Erol Güngör’ün harika çevirisiyle.
Birbirinden güzel bu kitaplarda, birbirinden güzel cümleler var. Belki her kitap için onlarca makale yazılabilir.
Bu yazıda Kesin İnançlılar kitabındaki bir cümleyi beraber düşünmek istiyorum:
“Suçluluk duygusu, nefreti ve yüzsüzlüğü teşvik eder.”
Kişi yaptıklarını başkalarına karşı ne kadar savunursa savunsun vicdan azabından kaçamaz. Vicdan azabı yapılan yanlışların, kötülüklerin durdurulamaz sesidir. Allah’ın insan içindeki en etkili konuşmasıdır.
Başkalarının sesini kısabiliriz, onlara bağırıp çağırarak hakaretler yağdırabilir, belki sindirebiliriz. Ama o vicdan azabı ömür boyu peşimizi bırakmaz. Eric Hoffer kitabında insanlara hakaret edip, sesini yükselterek veya bir takım araçları kullanarak onları ezmeye çalışanların, aslında kendi vicdan azaplarını susturma çabası içinde oldukları tespitinde bulunur.
Bazı insanlar yanlış yaptıkları halde niye yanlışta ısrar eder ve zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışırlar diye düşünürdüm. Hoffer cevabı tam da on ikiden veriyor:
Birisi sizi dinlemiyor, kendi bildiğini size kabalıkla dikte etmeye çalışıyorsa anlıyorum ki o kişinin derdi benimle değil kendisiyledir.
Vicdan azabı yanlışta ısrar eden insanda başkalarına karşı nefrete dönüşür. Onun içindir ki o azabı yaşayan insan insafsız olur. Hele vicdan azabının ortaya çıkmasına vesile olan birileri varsa nefret doruğa çıkar. Her an her yerde vicdanı haksızlığını haykıran insan, o vicdan azabının konuşmasına kulak vereceğine, o azabın ortaya çıkmasına vesile olan kişiye nefretle saldırır. Sanki kişinin ölümü vicdan azabını da öldürecektir.
Hoffer, “Nefretin haklı bir şikayetten ziyade kendini aşağı görmekten, vicdan azabından geldiğini söyler. Nefret ile vicdan azabı arasında sımsıkı bir bağlantı vardır.” der.
Etrafımızda çokça görülen böyle bir kişilik için biz ne yapmalıyız. Hoffer bunun cevabını da arıyor:
“İnsanların suçlarını yüzüne vurarak onları utandırmakla, saygılı ve alçak gönüllü olmalarını sağlayamayız. Bunu yapmakla muhtemelen onların kibirlerini uyandırır ve onlarda pervasız bir saldırganlığı canlandırırız. Ben bilirimcilik, kendi içimizdeki suçluluk duygusunun sesini kısmak için yükseltilmiş bir patırtıdır.”
Said Nursi Sibirya’da askerler ve subaylar arasında sürgündeyken, zaman zaman koğuşlarda kavgalar çıkar. Bunun üzerine Nursi kendisine yakın kişilere nerede bir kavga görürlerse gidip haksıza yardım etmelerini söyler. Çünkü haklı insaflıdır, haksız ise insafsızdır.
Buradaki haksıza yardım etmek her halde gidip haksızla beraber haklıyı ezmek değildir. Öyle olsa zulüm olur ki Bediüzzaman zulme taraf olmaz. Haksıza yardım etmek, haksızlığını ona göstermek, zulüm yaptığını farkına vardırmakla olur. Vicdan azabının sesine kulak verdirerek o ilahi sesin terbiyesine girmeye yardımcı olmaktır.
Hoffer’e göre; “Her küstah sözün ve eylemin ardında ve ben bilirimciliğin her tezahürünün ardında bir vicdan azabı yatar.”
Zulmünde ısrar eden, kulağını vicdan azabına kapatanlara almamız gereken tavır için ayet ne kadar güzel konuşur:
“Onlar boş ve kötü bir sözle karşılaştıklarında vakarla oradan geçip giderler.”