Bu adam, söylediğinde öyle tatlı talebe derdi ki söylenmesi mümkün olan bir tarzla. Efsane değildi elbette, sadece taklit edilebilir bir rehberdi. Talebe diye diye nihayetinde Allah için bizi de talebe delisi yaptı. Göz açıp kapama aralığında sevdası küçücük kalpler olan onlarca mecnun yetişti gizemli musafahasında bu adamın.
Mecnunlar, şimdi öyle onun gibi tatlı tatlı talebe diyemiyor mu acaba… Niye mi böyle diyorum. Çünkü, şu çalılıkların arasından gelen hışırtı bir körpenin imansızlık çırpınışlarıdır. Haydi gidin kurtarın o körpeyi diyen Mecnun'un sözlerini kimse dinlemiyor. Ağızlarıyla susuyorlar, kalpleriyle korkuyorlar. Sonra da Mecnun'a "Nereye gidilecekse sen ve Rabbin beraber gidin." dercesine bir halet…
Oysa bu adam, Mecnunların kumandanıydı. Bu adamın gösterdiği her hududa, gözlerimizi kırpmadan, babalarımıza hiçbir şey soramadan yerleştirivermiştik ölümden korkmayan istidatlarımızı. Gerçi doğru dürüst göremeden babamız da, annemiz de bu dünyadan göçüp gittiler. Kabirlerine, gözyaşlarımızla yoğrulmuş toprağı salarken aklımızda neler olduğunu kimse sormasın bize. Mecnunuz dedik ya! Böyle geçici ayrılıklara da doğru dürüst üzülecek zaman bulamadık. Birimizin babası iman şerbeti dağıtılan pınarların önünde, birimizin anası pınarların gökten yağdırıldığı Kadir gecesinde bu alemden uçuverdiler. Eh fena da olmadı yani. Bu güzel uçuşlar, tırlar dolusu altınlarla ele geçer mi sizce…
Her neyse hudutlara yerleştirdiğimiz o istidatların çoğu da şehit olarak inbisat ettiler. Kimse şehit olan duygularının ardından da pişman olmadı. Merak, hayret, heyecan, sevgi, şefkat, gayret, zeka, korku, cesaret, hayal hep onun gösterdiği hedefe giderken tükendi. Fakat hiçbir hududu, fethedici istidatlarımızdan mahrum bırakmadık. Bu istidatlar hangi kapıdan, hangi surdan ne zaman ışkın verecekler bilemezsiniz. Kabiliyetlerimiz tükendikçe bir nur; arz ve semanın nihayetsizliğine, kök saldı. Tükenmeyi bilerek doğdukları memleketlerini terk ettiler, bu adamın yanındaki Mecnunlar. Bu firkate Mecnunların anneleri de hiç ağlamadı. Sonra ne mi oldu? Çok geç oldu. Tükendi zaman.
Neticesinde; "Kusurumuzu gördük ihlâsımız, ciddiyetimiz, niyetimiz, samimiyetimiz yok denecek kadar zayıftı" dedi Mecnunlar. Ohh nihayet kusurlarını gördüler diyen dostlarım. Kusurlarını görmek Mecnunların, bu kusurları bize göstermek ise İblis'in işi. Varlığa doğru tükendikçe büyüyen, Mecnunlara sorsana: "Bu adamın hatası var mıydı?" diye. Herhalde "Bizim kumandanımızın hatası yoktur" diyecekler. Olmaz olur mu peki ? Varmıştır tabi ki de... Yalnız Mecnunlar bir hatayı bile görmeye fırsat bulamadılar bence. İyi ki de bulamadılar. Çünkü bu adamın gizli tevbeleri çok güçlüydü. Onun hatasıyla uğraşanlar kaybederdi zaten. Gösterdiği hududa gönlünü dikenler ise gönüller kazanırdı.
Mecnunlar da gördü hatalarını. Şimdi "Zayıf yanlarımız hakikate pamuk ipliğiyle bağlıydı ama kopmuyorduk ve korkmuyorduk" diyorlar. Ve ekliyorlar peşinden: "Takatimiz kesilip dizlerimizden çatırtılar geliyor olsa da ölünceye kadar durmayacağız asla!"
Biz Mecnunlar bu adamın elinden şu içtik. Bizi, dursun diye bekleyen kör nefis, sussun diye bekleyen acımasız his, hatalarımızı yüzümüze vurarak böyle olmaz diyerek bizi çökertmeye çalışan ne idüğü belirsiz mahluk, size boyun eğmeyeceğiz. Ta ki siz hak namına pes edinceye kadar.
Talebeye talip olmaktan başka çaremiz yok. Vazgeçmeyeceğiz inşallah… Yozgatlı bir çocuğun güçlü bir imana sahip olması için yaptığı telefon görüşmesi bu adamın son nefesi olmuştu. Bizim istidatlarımızın son nefesinde de büyük kurtuluşlar olur umarım. Bir Seyfeddin çıkacak diye çırpınanları görür Basir. Bir Seyfeddin çıksa şimdi. Çıksa da her hududu görse hudutsuz şefkatli kalbiyle bir genç.
Belki de acımasızdı Mecnunlar, kendilerine karşı. Tatmin olmuyordu kalpleri talebe dolu bir mağara dışındaki yerlere. Onlar da kumandanları gibi Ankara’nın bataklığından bir genci kurtarırken öleceklerdi belki de. Sonra bu adamın arkasından "Mecnun bıraktın bizi" diyenler gibi adamlar saracaktı her yeri. Hava zerreleri gibi latif. Böyle bir ümit işte! Dünyayı biraz daha yaşatan.