İnsan fıtratı, sevgiyle birlikte korunma ve sahiplenme duygusunu da barındırır. Bu duygunun aşırısı insanı hem dünyada hem ahirette felakete sürükleyen bir faciaya dönüşebilir.
Geçmişten günümüze kadar nice yuvalar bu ölçüsüzlüğün kurbanı olmuştur. Batı edebiyatında Shakespeare’ın Othello adlı eseri, yıkıcı kıskançlığın en çarpıcı örneklerinden birini sunar.
Psikoloji literatüründe “Othello Sendromu” olarak adlandırılan bu rahatsızlık, zamanımızda da aile yapısını tehdit eden ciddi bir problem olarak karşımıza çıkıyor.
Othello Sendromu, adını Shakespeare’ın eserinden alan; paranoyaya varan, patolojik boyuttaki aşırı kıskançlık hâlidir.
Eserde Othello ile eşi Desdemona arasında derin bir sevgi vardır. Ancak fitneci İago’nun vesveseleriyle Othello, eşinin kendisini aldattığına inanır. Bu zan zamanla büyür, aklını ve basiretini örter; sonunda hem eşini hem de Cassio’yu öldürür. Hakikat ortaya çıktığında ise pişmanlık ve vicdan azabıyla intihar eder.
Bu trajedi, kontrolsüz kıskançlığın İnsana neler yaptırabileceğinin bir örneğidir.
Ne yazık ki bu tablonun yalnızca edebî bir kurgu olarak kalmadığına halihazırda yaşanılan olaylar ibretlik birer örnek.
Ekranlara yansıyan pek çok olayda ve çevremizde tamamen vehme dayalı şüpheler ürettiği için şiddete başvuran, hatta eşini hayattan koparan kişiler görüyoruz. Bu kişilerin bir kısmının ya aşırı kıskanç ya da şizofren olduğu meydana çıkıyor.
Bu hikâyeden ilhamla adlandırılan Othello Sendromu’nda kişi, ortada hiçbir somut delil yokken eşinin kendisini aldattığına kesin olarak inanır. Bu zan hâli zamanla baskıya, psikolojik ve fiziksel şiddete dönüşebilir. Eşini sürekli kontrol etme, sosyal hayatını kısıtlama, her davranışın altında gizli anlamlar arama gibi tutumlar yaygındır.
Halbuki Müslüman toplumun düşünce ve yaşantısını şekillendiren İslam, zanna dayalı bu bakış açısını kesin bir dille reddeder.
Kur’an-ı Kerim’de,
“Zannın çoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtır” (Hucurât - 12) buyrularak, insanın vehim ve şüpheyle hareket etmesi yasaklanmıştır.
Nitekim Othello Sendromu’nun temelinde çoğu zaman kaybetme korkusu, özgüven eksikliği ve yetersizlik duygusu yatar. Kişi, sevdiğini kaybetme endişesiyle aklını adeta rehin verir.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kıskançlığın sınırlarını şöyle belirlemiştir:
“Allah kıskançtır, mü’min de kıskançtır. Allah’ın kıskanması, kulunun Allah’ın haram kıldığı şeyleri yapmasıdır.”
Bu hadis, kıskançlığın fıtrî olduğunu; ancak meşru ölçülerle sınırlı kalması gerektiğini açıkça ortaya koyar. Sevgiye dayalı, ölçülü kıskançlık normaldir; fakat baskı, zulüm ve şiddete dönüşen kıskançlık artık bir hastalıktır ve tedavi edilmelidir.
Bu hastalıklı uçta yer alan, aşırı kıskançlığın tamamen zıddı olan İslam ahlakında ağır şekilde kınanan “deyyusluk” vardır.
Yaşadığımız çağda “özgürlük” adına her türlü sınırın kaldırıldığı, aile bağlarının zayıflatıldığı örnekler de yine basında sıkça yer alıyor. Bu anlayış da en az hastalık derecesindeki kıskançlık kadar yıkıcıdır.
İslam, insanı ifrat ve tefritten men eder; ne hastalık derecesinde kıskançlığı ne de ahlakî duyarsızlığı kabul eder.
En selametli yol; adalet, merhamet, güven ve sadakat üzere kurulu itidal yoludur. Maneviyatı güçlü, iman ve ilimle donanmış bireyler olmak; İslamî ölçülerle bir yuva kurmak hem aile huzurunun hem de toplumsal selametin teminatıdır. Aksi hâlde zan, güvensizlik ve şiddet döngüsü kırılmaz; her gün duyduğumuz acı haberlerin önüne geçilemez.
Yani ;
İnsan ne Othello gibi zanla körleşmeli ne de deyyuslukla ahlakını yitirmelidir. Takip edilmesi gereken en selâmetli yol, fevrî ve suizan üzere hareket etmekten kaçınmaktır.