Asıl Musibet Nedir?

Hüsniye Ünal

Ülke gündemi şehit haberleriyle çalkalanıyor. 11 Kasım'da Gürcistan'dan Türkiye'ye hareket eden kargo uçağı (şaibeli bir şekilde) düştü. Yirmi vatan evladı şehit oldu. Millet olarak hepimizin yüreği yandı. Kaç eve ateş düştü, kaç ocak söndü, kaç ana - baba tarifsiz evlât acısıyla kavruldu!

Dayanılması zor, çetin bir imtihan... Mevlam sabırlar versin.

Fakat bizim, Müslümanlar olarak daha büyük dertlerimiz, daha büyük imtihanlarımız var. Bu yazıda meseleyi başka bir açıdan ele alacağız.

İslâm âleminin içinde bulunduğu acınası durum, yukarıda bahsettiğimiz olaydan kıyas kabul etmez derecede daha ehemmiyetli. Çünkü bu dünyada çekilen acılar, başa gelen musîbetler ne kadar büyük olursa olsun, geçici bir hayatı etkiliyor.

Dünya hayatı gibi, çekilen elemler ve dertler de geçicidir. Cenâb-ı Hakk’ın vazifeli bir memuru olarak gelir, vazifesini yapar ve giderler.

Maruz kalınan her sıkıntı, mü’min için ya günahlarını temizleyen bir kefarettir, ya da âlem-i bekâda makamını yükseltmeye vesiledir. Yani her iki durumda da saadet-i dareyni netice veren bir nimettir, bir lütuftur.

O sebeple Müslüman için dünyevî musîbetlerden ziyade, asıl düşünülmesi ve endişe duyulması gereken; uhrevî hayatı tehdit eden musibetlerdir.

İkinci Lem’a’nın Beşinci Nüktesi’nde Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şöyle buyurur:

“Asıl musîbet ve muzır musîbet, dine gelen musîbettir. Musîbet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir."

Peki, dine gelen musibetten ne anlamalıyız?

Sadece dine ve dinî kurumlara yapılan saldırılar, yasaklar, cebrî uygulamalar mı? Yoksa Müslümanın şahsî hayatındaki itikadî ve amelî noksanlığı, İslâm’ın emrettiği kurallara uygun yaşamaması mı? Adı Müslüman, yaşantısı gayr-i müslim bir hayat tarzı mı?

Elbette her iki şık da dine gelen musibet sınıfına girer.

Meselâ, İslâm’ın beş şartından biri olan namazı kılmamak, çok büyük bir musibettir. 2021 yılında belli başlı şehirlerde yapılan istatistiklere göre Türkiye'de her beş kişiden birinin namaz kıldığı sonucu çıkarılmış. Bu rakamın gerçeği ne derece yansıttığı tartışılır. (Etrafımızda namaz kılan kaç kişi var, bir bakalım...)

Oysa Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'dan rivayet edilen şu hadis-i şerifler, namazın ehemmiyetini gözler önüne sermektedir:

“Namaz dinin direğidir. Kim namazını kılarsa dinini ayakta tutmuş olur; kim de kılmazsa dinini yıkmış olur.”

“Allah kulun imanını namazla kabul eder.”

“Ahirette kulun ilk sorguya çekileceği amel namazdır.”

“Allah katında en sevimli amel, vaktinde kılınan namazdır.”

Namazla ilgili bazı âyetlerde ise Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“O müminler ki, gayba iman ederler, namazlarını kılarlar.”

(Bakara, 2/3)

“Namaz, ancak Allah’tan hakkıyla korkanlara ağır gelmez.”

(Bakara, 2/45)

“Benim mümin kullarıma söyle, namazlarını kılsınlar.”

(İbrahim, 14/31)

Bu kadar hayatî önem taşıyan bir ibadeti (bazı âlimler namazı imanla küfür arasında bir çizgi kabul etmişlerdir) terk edenin vay haline!

Oruca gelince… Tutanların sayısı her geçen gün azaldığı gibi, Ramazan ayına hürmetsizlik de artmakta.

İbadetsizliğin yanı sıra; ticari ahlaksızlık, ahde vefasızlık, emanete ihanet, tesettürsüzlük, teşhircilik, zina, içki, kumar, adaletsizlik, iltimas, irtikâp, içi boşaltılan mukaddes evlilik kurumu, toplumu ayakta tutan aile, akraba, komşuluk rabıtalarının kopması gibi devasa boyutlara ulaşmış bir günah bataklığında debelenen Müslümanın ahiret hayatı nasıl olur?

Cenâb-ı Hakk'ın çizdiği çizginin dışında, âdeta başıboş bırakılmış gibi; ilahî kurallara uymadan, hevâ ve heveslerinin peşinde koşan ve bundan hiçbir rahatsızlık duymayan insanı bekleyen akıbet nedir?

İşte asıl üzerinde derin derin düşünülmesi gereken konular, depremler, yangınlar, ölümler, zulümlerden ziyade bunlardır.

Bir yanda fena, bir yanda bekâ...

Bir yanda ebedî saadet ve necat, bir yanda ebedî şekâvet ve mücazat...

Şimdi bir mukayese yapalım:

Hayatımızı acılaştıran büyük âfetler, hastalıklar, sakatlıklar, sevdiklerimizi kaybetmekten gelen üzüntüler, mal-mülk kaybı, yoksulluk, fakirlik, kimsesizlik ve bunun gibi bütün dünyevî imtihanlar mı daha elem verici; ki bunlar kısacık ömrümüzle birlikte bitecek?

Yoksa, yerlerin ve göklerin sahibi olan Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin mülkünde, O’nun kurallarını tanımadan; günah bataklığında ziyan edilen ömür sermayesinin, isyan ve tuğyan içinde geçirilen hayatın neticesi olan ebedî hayatın kaybı mı daha elîm ve endişe verici?

Yani ne Gazze, Sudan, Doğu Türkistan, Yemen, Arakan gibi zalimlerin zulmü altında inleyen beldeler, ne de şehitler, kendisine tevdî edilen ömrü bad-i hevâ geçiren gafil müslüman gibi zararda! Onlar (Allahû âlem) ebedî hayatlarını kurtardılar, rıza-ı ilâhiyi kazandılar. Ne mutlu onlara!

Asıl musibete dûçar olan, ciğerlerini parçalarcasına feryat etmesi, nedâmet gözyaşları içinde tevbe istiğfar etmesi gereken gafil müslüman...

Seçim, akıl ve irade verilen müslümanın..

Ya Rabbi!

Bizi, dinimize gelen musibetlerden muhafaza eyle.

Kalplerimizi gaflet uykusundan uyandır, dinin üzerinde ayaklarımızı sabit kıl, imanımızı kavi, ibadetimizi daim eyle. Amin

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.