Vefa nedir elbette bilirsiniz; hatır, gönül bilene, yüreğinde sevdikleri için hep bir parça kor ateş saklayan canlara değil sözüm. Hani söz meclislerinde mangalda kül bırakmayan, öylesi serin, iç açıcı, gözlere muhabbet ışıltısı yerleştiren, yüreklere sevinçten sek sek oynatan insanlar vardır; bir konuşurlar, pir konuşurlar, mest olursun, tutup sımsıkı sarılasın gelir, hatta azıcık abartayım, Yüreğine öyle bir yerleştirirsin ki, böylesi muhteremler hep yanında kalsın istersin.
Lakin o tatlı diller, o gülen gözler ardındaki samimiyetsizliği; senin masumiyetin, saflığın, ruhundaki naiflik, gönlündeki zerafet anlamaz, anlamaz da, o yüksek gönüllü zannettiğin insanlardan sana doğru esen yanlışlık rüzgarları kahreder seni, şaşırtır, acıtır.
Çok uzun zaman oldu; insanları olduğu gibi kabul edip, huzuru gönlüme yerleştireli. Gençliğimde takılı kalırdım vefasızlıklara, dost diye ram olduğum gönül evlerinde karanlığa gömüldüğümde, nasıl yana yakıla kahreder, Neden? Niçin? Nasıl olur? Soru soru içinde kıvranır dururdum. Zamanla anladım ki, insanlar umarsız, duyarsız, bencil… Rabbim hepsinden razı olsun, diyecek çok söz yok aslında.
Şimdilerde kendime veriyorum alınması gereken bütün dersleri, bana yapılmasını istemediğim hiçbir hareketi yapmıyorum çevremdeki insanlara, Rabb’imin rızası neyi gerektiriyorsa öyle olsun istiyorum.
Merhum Mehmet Akif Beyefendi, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbı olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi de dâvet etmiş. Yaşlı Hocaefendi bu dâvete biraz geç kalınca, gecikme sebebi olarak, Vefâ Yokuşu’ndan çıktığını bu sebeple biraz geciktiğini söyleyince; Merhûm Mehmet Âkif bu yerinde mazereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve mânidar bir şekilde şöyle demiş.
“Hangi Vefâ Yokuşu’ndan bahsediyorsun Hoca Efendi? Nesl-i hâzır (şimdiki nesil) o yokuşu çoktan düzledi…”
Merhûmun hüzünle dile getirdiği ve âdetâ yüreklere ah dedirten, ruhumuzun çok muhtaç olduğu, vazgeçilemez bir haslettir Vefa.
Bugün hep bana, hep bana zihniyetiyle yaşayan bir gençliği seyrediyoruz. Gençliğin duyarsızlığı bizleri de değiştirdi, suskunlaştırdı sanırım. Halbuki, vefâ, İslâmî şiarlardan biri ve belki de en esaslısıdır. Gerçi İslâm nazarında esasların esası îmândır. Fakat, îmânın aynı zamanda bir vefâkârlık tezâhürü olduğu muhakkaktır. Zîrâ vefâ, ahde riâyet, yâni verilen sözde durmadır. Îmânda rûhlar âleminde Rabbi tasdik ve ikrâra bu dünyâda sadâkat gösterilmesi, yâni netice itibarıyla bir vefâkârlıktır.
Bununla berâber vefâ, sadece ahde riâyet, yâni verilen sözde durma keyfiyeti değildir. O, Rabbimize karşı samîmiyet ve gönül hâlini değiştirmemektir. İmânın îcâb ettirdiği her tavır ve hareket, aynı zamanda bir vefâkârlık ifâdesi taşıdığı gibi, bu tavır ve hareketlerin aksi de “vefâsızlık” olarak kabûl edilmez mi?
Gönüllerini vefâ menbaından nasiblendirenler, ateş gibi olan nefislerini gül bahçesi hâline getirmişler demektir.
Nasıl da imrenip, kıskanılacak bir güzelliktir İbrahim Aleyhisselam.
Bilirsiniz, İbrâhîm Aleyhisselâm, Nemrud tarafından dağlar gibi alevlerin içine atıldığı an Cenâb-ı Hakk’ın:
“Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” emriyle bir gülistân hâlini almıştır. Zîrâ İbrahim Aleyhisselâm, ateşe atılmadan önce nefs alevini vefâ sularıyla söndürmüş ve Hakk’a sadâkatini her haliyle tezâhür ettirmiş bir peygamberdi. Öyle ki Allâh Teâlâ, onun vefâsını:
“...Çok vefâkâr olan İbrâhîm…” (en-Necm 37) şeklinde takdîr buyurmuştur.
Bu ne yüce bir şeref ve payedir. Rabb’in rızası dahilinde böylesi bir methe vasıl olmak.
İşte gönül istiyor ki; bize yol gösteren, numune-i imtisal olan peygamberlerin hayatlarındaki bu ışıltılar ruhumuzun taa derinliklerinde neşv-ü nema bulsun, hayat yolumuzu aydınlatsın, günlük hayatımızı renklendirsin. Elbette vefa hayatımızda bir renkten fazla yer tutsun, Rabb’imizin rızasına nail olmanın güzelliğini bütün benliğimizde yaşamak adına iyi insan olalım, Rabb’imize kul, Habibine (s.a.v) ümmet olmak, imanımızın gerektirdiği gibi de çevremizde, sosyal hayatımızda, aile hayatımızda gerçekten her halimizle örnek teşkil edelim ki, önce kendi huzurumuz sonrasında hemhal olduğumuz insanlarla birlik, beraberlik ve mutluluk içinde yaşayabilelim.
Biz her zaman en iyiyi örnek alıp, en iyi olma yolunda yürümeliyiz.
Allâh’ın kendisine verdiği nîmetleri unutup basit bir nefsânî temâyülün esîri olarak vefâsızlık gösterenlerin hâlini Ferîdüddîn Attâr Hazretleri’nin şu kıssası ne güzel aksettirir:
"Pâdişâhın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişâh, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlaka yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.
Birgün pâdişâh, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, neş’eli idi. Fakat birden bu neş’esini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişâhını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyanlanmaktaydı. Pâdişâh, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında pâdişâh, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:
- Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgûl olmak! Nasıl olur bu?
Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa mâzûr görüp affetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsân ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda hem de bir kemikle kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ affedilebilecek bir husus değildi. Gazapla:
-Yol verin şu edepsize! dedi.
Gâfil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:
- “Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalımda öyle bırakalım.” dediklerinde pâdişâh:
- “Hayır! Bırakınız öyle gitsin.” dedi.
Ardından ilâve etti:
- “Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikrâm ve lütufların acısını yaşasın. " (Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Son Nefes.)
Vefasızlık bir hayvan için bile olsa nasıl da iç acıtıcı görünüyor.
Peki biz neden bu kadar vefasız ve vurdum duymaz olduk. Anamıza babamıza, eşimize dostumuza neden yeterince değer veremiyoruz. Oysa hepsiyle alakadarız ve hep teşrik-i mesai içindeyiz, her zaman yüz yüze baktığımız insanların yüreklerine dokunmak bu kadar mı zor?
Bazen sadece dua etmekten başka bir şey gelmiyor insanın elinden, bu yüzdendir ki;
Cenab-ı Hakk gönüllerimize, sadâkat ve samîmiyet lütfedip cümlemizi cennet vârisleri kılsın. Neslimizden ve zürriyetimizden muttakîlere sertac olacak göz nûru ve gönül sürûru evlâdlar ihsân etsin. Cümlemizi Resûlüne (s.a.v), ana-babaya, akrabâya, bütün ehl-i îmâna, vatan ve millete ve diğer emânetlere karşı vefâkâr eylesin. Amin.