Geçmişin önünde, şapkamızı çıkarıp eğilelim. Geleceğin karşısında, kollarımızı sıvayalım.
Orson Willes
Bizim jenerasyonun hep bir özlemi vardır geçmişe. Eskidendi deyip bir başladık mı nasıl ballandıra ballandıra anlatırız yaşanmışlıkları.
Öyle ya;
Eskidendi insanların birbirini gerçekten sevmesi. Sevgisine vefayı, şefkati, merhameti, kattığı gibi sevdiğine ömrünü vakfederlerdi. Bir gönül bir gönüle uçtu mu, bir göz bir göze değdi mi, ölüm ayırırdı seven yürekleri.
Şimdiki gibi değildi sevdalar, maddiyat bitince kavga gürültü başlamaz, olana razı olup oturulurdu sessizce, kabullenme vardı, çare olmak vardı, yarayı deşmek yerine yaraya merhem olma vardı.
Büyükler kardeşini, çocuğunu, mahallesinde ki yetimi, öksüzü, genci, yaşlıyı, ihtiyacı olanı korur, küçükler büyüklerini sayarak sever, edeple sever, hürmetle sever, imrenerek sever, örnek alır; özendiği ablalara, abilere benzemek için bir an evvel büyümek isterdi. İsterdik yani, iş bitiren, hep hoşgörülü, yardımsever büyüklerimize gıptayla bakar ve gelecekte gıpta edilecek büyükler olmak için yola çıktığımızı bilirdik.
Şimdiki gibi, özgüven adı altında, hayatın içine saygısızlık, kabalık, adam sendecilik sıkıştırılmamıştı. Aklına geleni söyleyip, kırgınlıkları göz ardı ederek, incinen kalpleri umursamayarak, doğruları söylüyorum maskesi altında, işine geldiği gibi davranılmazdı. Bin düşünür bir konuşurdu eskiler. İzzet-i nefis diye bir şey vardı ve insanlar incitilmezdi.
70’li yıllarda stres yönetimi, ergenlik ve psikoloji kelimeleri hükmetmeye başladı hayatımıza. Sağına baksan stres yumağı, soluna baksan psikolojisi bozuk, önümüz, arkamız ergen evlatlarla doldu.
“Ergenlik var başında!” hoş görün, asabilir, kesebilir, saygısızlık yapabilir.
Biz hiç ergen olmadık. Büyüklerimize hiç baş kaldırmadık, her söylediklerinin bir doğruluk payı olduğunu düşündük hep.
Okullara “Eti senin kemiği benim hocam!” diye teslim edilen çocukların velileri gitti, öğretmenin hafif kaşı çatılsa, ertesi günü hocaya hesap soran veliler hortladı mısır patlağı gibi. “Onlar birer birey haddini bil!” dendi öğretmenlere. Halbuki en kutsal görev öğretmenlikti eskiden. Her şeyin ölçüsü kaçtı. Kısacası küçüklere küçük olduğu hiç hatırlatılmadı. Hep her hakları mahfuz oldu, tam da bu yüzden bazı büyüklerin kalbi kırıldı.
Öyle herkesin elinde sosyal medya araçları yoktu, samimiyet, selamlaşma, öğrenebilmek için araştırıp, ziyadesiyle kitap okumak vardı.
Şimdilerde herkes her şeyi biliyor, sadece kendini bilmiyor, haddini bilmiyor ne yazık.
Ahh! Bir de komşuluklar vardı, komşu hakkı vardı. Komşu komşunun dert ortağı, canı, kardeşi olurdu, pişen çorbanın tuzu gibiydi komşumuz. Müjdeli aldığımız her haberde sevincimize yankı olurlardı.
Sonra mahallenin büyükleri vardı danışırdık, olumlu, ılımlı, yol gösteren, tebessümleri rahatlatıcı, tecrübeli, konuşmaları su gibi gönül serinleten cinsten. Adaletli, bilgili, numune-i imtisal, toparlayıcı, yapıcı, tahammüllü güzel insanlar.
En çokta entrika yoktu, yalan, dolan yoktu, komşunun tavuğu, komşuya kaz gözükmezdi. İnsan insanı kullanmaz, severdi.
Bizim düne hasretimiz, herkesin ben merkezli olmaya başlamasıyla gündeme geldi ne yazık ki; biz demeyi unuttuk benliklerimiz ön plana çıktı. Benim sıkıntılarım, benim hayatım, benim işlerim, benim isteklerim. Ben derken çevremizi, çevremizdekilerin sıkıntılarını unuttuk, sevmeyi unuttuk. Sevmeyi unutup, sevgiden uzaklaşınca, sevilme arzumuz büyüdü ama fark edemedik ve hepimiz sevgisizlik okyanusunda kaybolmaya başladık.
Tam da bu yüzden; bizi seven insanları, biz de hatalarıyla sevelim, zayıflıklarını sevelim.
Hastalıklarına şifa olarak, dertlerine deva olarak sevelim. Gözlerinin içine bakarak sevelim.
Önemli değil, eli işe yatkın olmasın, mesele değil öğretirsiniz. Bazı şeyleri beceremesin, zamanla yapar. Yeter ki vicdanı hür, kötülükten uzak, niyeti halis olsun, canınıza can olsun. Sizi seven bir yüreği olsun.
Sizi seven insanları sevin ve onlara dört elle sarılın.
Çünkü; sevgi zamanımızda çok pahalı, çok ağır, çok imkansız.
Umudunuz sevgi, sevginiz sonsuz, gününüz huzurlu olsun dostlar.