İlk nefesiyle beraber ağlamaya başlayan yeni doğan bir bebeğin hıçkırıkları, anne karnında güvenli alanını terk etmesi sebebiyledir. Aslında dünya hayatına seçilip yaşama değer görülerek nice kıymetler taşıyan bebek, varlık sebebini ve kıymetini anne karnındaki dar ve sıkışmış alan zannetmesiyle bir yanılgı içerisindedir. Evini ve yurdunu anne karnı belleyip her ne olursa olsun alıştığı yeri terk etmek istememektedir.
Çünkü bilmez ki dünya nimetlerini, genişliğini, çeşitliliğini; onu bekleyen ödülleri, güzellikleri, şahit olacağı zenginlikleri. Onunsa niyeti hep aynı halde aynı durumda aynı şartlar içerisinde güvenli bölgesinde olmaktır.
Bu yüzdendir ilk nefesle birlikte haykırışları. Acı gelir ona çekip çıkarılmak; kopmak istemez, tutunduğu dal kırılsın istemez, bilmediği, duymadığı aşina olmadığı, yabancısı olduğu yeni bir dünya -içinde ne kadar mucize barındırsa da- kabul edilebilir değildir onun için.
İşin doğrusu şudur ki anne karnı bir geçittir. Bebek bu küçük dünyada annesinden beslenir, çeşitli gelişim evrelerinden geçer, biyolojik ve psikolojik gelişim süreçlerini tamamlar ve zayıf bir embriyodan insan suretini alır, gelişim evreleri tamamlanınca asıl yurduna teslim edilmek üzere doğumu gerçekleşir. Geçit yeri olarak tasarlanmış anne karnını terk etmesi bebeğin doğumudur. Acılı gibi görünen bu süreç onun yeni bir varoluşudur, kıymete binmesidir. Kutlu bir hadisedir. Sevinçtir, mutluluktur, şükür sebebidir.
O halde dünyaya hoş geldin minik bebek!
Öykü ne kadar da tanıdık değil mi?.. İnsanlığın doğum öyküsü böyleyken yaşam öyküsü de aynen böyledir. Bebek aradığı güveni bir zaman sonra annesinin sıcak ve şefkatli kucağında bulur. Annesinin kollarında ninnilerle büyür, sıcak nefesiyle temas eder. Ona dokunur ve kendisini annesi ile özdeşleştirir. Aralarında sıcacık ve kopmaz bir bağ oluşur. Fakat zamanla bebek büyür gelişir ve ağırlaşır. Annesi onu taşıyamaz hale gelir ve kucaktan indirir. İlk adımları atmaya başlayan bebek kendiyle annesinin farklı bireyler olduğunu, kendinin ayrı bir benlik taşıdığını anlamaya başlar. Artık istediği her an kucakta olamayan küçüğün güvenli sığınağı bu sefer de başına yıkılmıştır.
Yürümeyi öğrenip ana kucağından indirilse de hala güvendedir. Evinin sıcak odasında minik masum bir oyun kurmuştur. İhtiyaçlarını her bakımdan karşılayan şefkatli ebeveynlerinin himayesindedir. Bir süre böyle devam etse de okula başlama yaşı geldiğinde ise durum hayli değişecektir.
Okul sıraları ona ürkütücü, korkunç, kötü insanlarla ve yabancılarla dolu kara bir delik gibi görünür. Bu onun için zorlu bir mücadelenin başlangıcıdır çünkü neredeyse ilk kez başarısızlığı tadacaktır. Okul çıkış kaybolup ve annesini bulamama olasılığı ise kabus gibi zihninde dönüp durmaktadır. Belki ilk kez yalnız kalacak, yalnızlık korkusu üzerine ağır bir yük gibi çöktüğü vakit arkadaşlar edinmeye yönelecektir. Artık yabancılarla arkadaş olup onlarla iletişim ve bağ kurmak için harekete geçmek zorundadır. Çünkü anne ve babasının haricinde onu koşulsuz sevecek kimsenin olmadığını anlayacaktır.
Güvenli limanlarını tek tek terk etmek zorunda kalan minik insan artık kendi içine dönmeye ve korkularıyla yüzleşmeye başlar: "Neler oluyor böyle! Alıştıklarımı ve güvendiklerimi zamanla terk etmem bekleniyor benden! Neye tutunsam bir zaman sonra gücünü kaybediyor ve beni başka bir serüvene itiyor. Her şey akıyor, değişiyor ve dönüşüyor. Sabit ve kalıcı olan hiçbir şey yok. Hayat benden her an mücadele ve girişim istiyor. Her süreç beni başka bir sürecin kıyılarına taşıyor ve ‘topladığın deneyimlerle yeni yolculuğunda başarılar’ diye fısıldıyor kulağıma. Dünya da meğer aynı anne karnı gibiymiş! Sığındığım dağlara yağan karlar beni tekamüle ve harekete sevk ediyormuş. "
İnsan, geçici olanlara kalıcı anlamlar yükleyendir. Şimdiyi sonsuz kılmaya çalışandır. Dönüşüme direnç gösterendir. Tutunduğunu zor bırakandır. Elbette ki yaşama verilen değer ve anlam kişiyi hayatta tutmak için bir vesiledir. Her birimiz verdiğimiz değerler ölçüsünde motive oluruz. Sıcak ve mutlu hissederiz. Bu da hayat misyon ve vizyonumuzu oluşturur bağlarımızı bu şekilde kurarız. Her an tutunacak bir dalımızın olduğunu bilmek bizleri boşluk hissinden alıkoyar ve faydalıdır.
Ancak sorun şurada başlamaktadır: Akıp giden bir yaşamın içerisindeyiz. Durağan ve sabit kalan bir şey yok. Her yaratılan bir zaman sonra solmakta, işlevini bitirip vadesini doldurmakta ve yerine yenileri tayin edilmektedir. (Hadid Suresi / 20 Ayet: İyi bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundan, bir eğlenceden, bir süs ve gösterişten, aranızda bir öğünmeden, mal ve evlatta çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki, onun bitirdiği ekinler çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kuruyuverir de sen onu sapsarı kesilmiş görürsün. Ardından da çer çöp hâline gelirler.)
Bu dönüşümün ve akışın içinde sahip olduklarımıza verdiğimiz anlamların kalıcılığı ve yoğunluğu zamana karşı ters bir direnç oluşturmakta ve zamanın hakikatine uyum sağlayamamaya neden olmaktadır. Allah her an yeni yeni oluşumlar meydana getirmekteyse ve kullarına da aynı potansiyelden yüklediyse bizlere yüklenen vazifeyi bilip buna sadık kalmak için hareketi durdurmayanlardan olmaya niyet etmeliyiz.
Sahip olduklarımızın kıymetini bilmek, onlarla sağlıklı bağlar kurmak vakti gelince de bu bağlardan ayrışabilmek ve bizler için tasarlanan bir sonraki sürece adapte olabilmektir kıymetli olan. Çünkü ebedi sürsün istediklerimiz, hiç bitmesin, hiç gitmesin dediklerimiz bizleri kulluğumuzun gerçeğinden uzaklaştırmakta ve aynı yerde patinaj yapmamıza neden olmaktadır.
Evet, hayat akıyor coşkun bir nehir gibi tüm mineralleri toplayıp derin okyanuslara dökülüyor. Onunla birlikte akıp gidenlerden miyiz yoksa iki günü bir olanlardan mı? Öyle ki sevgili Peygamberimiz demiş ki "Şüphesiz iki günü bir olan ziyandadır.’’