Duygularla olan temel meselemiz onları anlamak üzerine olmalı. Duygular nelerdir diye baktığımızda karşımıza geniş bir yelpaze çıkar. İnsanoğlunun yaradılışında 7 temel duygu olduğu araştırmalarla gösterilmiştir. Birincil duygu olarak; öfke, korku, utanç, tiksinti, neşe coşku, üzüntü, şaşkınlık 7 temel duygumuzdur. Bu birincil duygular rehber niteliğindedir yani tepkilerimizi belirlemede etken rol alırlar. Birincil duygular dışında heyecan, kaygı, sevinç, mutluluk, panik, tutku, durgunluk, dalgınlık, yorgunluk, ferahlık, enerjik, aşk gibi pek çok ikincil ve üçüncül duygular da vardır. Tüm duygular düşüncelerden önce bedenimizde hissedilir.
Duygular hayatın içinde hep bizimle ve çok geniş bir yelpaze de olmasın karşın içinde yaşadığımız toplumun duygu dağarcığının dar olduğunu söyleyebiliriz. Mesela günlük dile hal hatır sorarken biri bize “nasılsın” diye sorduğunda otomatik olarak “iyiyim” şeklinde üstü kapalı yanıt veriyoruz. O “iyi”nin altındaki duygular sorulduğunda ise çoğu kez yanıtsız ya da “iyi, güzel, hoş” gibi sınırlı kalabilir. Duygumuzun ne olduğunu tanımlamakta zorlanan, duyguların farkında pek olmayan bir toplumun üyeleriyiz. Hâlbuki günlük yaşamın içinde “mutluluk, korku, kaygı, sevinç, üzüntü, acı, heyecan” gibi yaşadığımız ama belki de tanımlayamadığımız, farkında olmadığımız pek çok duygu var. Duygularımızın farkında olmamanın nedenlerinden biri yetiştirilme sürecimizde duyguların bize yansıtılmamasıdır.
Çağımızın ebeveynleri; popüler psikoloji kültürüyle çocuklarına olan her tutum ve davranışının onlara zarar verebileceğine, travma oluşturabileceğine dair kaygı geliştirmektedir. Ebeveynlerin çocuklarına dair sorumlulukları büyük olsa da çocuklarının dünyaya geldiklerindeki koşullar (ırk, cinsiyet, coğrafya, dil, sosyal-kültürel özellikler gibi) ile ilgili belirleyici bir rolü olmadıkları için aslında çocuklarının hayatlarında o kadar büyük bir etki ve belirleyici unsurlarının olmadığını da kendilerine hatırlatabilirler. Çocuğun doğduğundaki bu koşullar ve çocuğun mizacı birleştirdiğinde onu o yapan özelliklerle kişiliği oluşur. Bu bağlamda ebeveynlerin çocuklarının hayatında kaderini tayin edici bir sorumlulukları yok.
Ebeveynin çocuğuna karşı olan en büyük sorumluluğu onlara bu hayat yolunda rehberlik etmek ve duygularını ifade etmesine aracılık etmektir. Duygularına ifade etmeye aracılık etmek demek; çocuğun yaşadığı andaki duyguları ne ise çocuğun anlamasını sağlayarak, çocukların duygularını tanımasına yardımcı olmaktır. Örneğin; bir oyuncağı alınmadığı için ağlayan bir çocuğa ebeveyninin ‘o oyuncağı çok istediğini, almadığımız için üzülmeni anlıyorum.’ diyerek ağlamasının üzüntüsünün ifadesi olduğunu göstererek normalleştirmek. Ya da istediği yapılmadığında ağlayan, bağıran bir çocuğa ‘bunu çok istemene rağmen yapamadığın için sinirlendin” diye öfkesini göstermek gibi örnekler çoğaltılabilir.
Çocuk bu gibi durumları yaşadığında ebeveyni tarafından duygusunun yansıtılması ile anlaşıldığını hissederek daha kolay yatışabilir. Ancak maalesef toplumumuzda bu durumlarda ağlayan bir çocuk olduğunda genelde “ağlama”, “ne ağlıyorsun” gibi duygusunu yansıtmadan öte bu duyguların gösterilmemesi gereken şeyler gibi bir yaklaşımla sergilenir. Bu durum sonucunda duygularını bastırmayı, tanıyamamaya dolayısıyla da duygularını yönetememelerine neden oluyor.
Öte yandan çocukken ebeveynleri tarafından duyguları ifade edilen bireyler ileride kendi duygularını duyarak duygularını yönetebilme becerisine sahip yetişkinler olurlar. Ebeveyn olarak da çocukların duygularına aracı olacak yetişkinler olabilmek için ebeveynlerin önce kendi duygularını anlamaya, duymaya ihtiyacı vardır. Kendi çocukluklarında buna rehberlik etmiş ebeveynleri olmasa bile artık bir yetişkin olarak kendilerini bu konuda yetiştirebilirler. Yani bir ebeveynin çocukları için yapabilecekleri en iyi şey önce kendilerini geliştirmeleriyle başlar.
Duygularımızın farkında olmamamızın nedenlerinden bir diğeri ise hayatı hızlı yaşamaktan kaynaklanmaktadır. Çağımızın sorunlarından biri; insanların çok fazla şeyle meşgul olması, yoğunlaştıkları şeyin artması, çevremizde uyarıcıların dikkatimizi dağıtan durum ve olayların çok fazla olmasıdır. Bu bir bağlamda var olan duygularımıza temas etmemize de engel olmaktadır. “Yavaşladıkça çoğalıyorum” yaşam sloganını aslında hayata geçirmeye ihtiyacımız var. Hayatın içinde çok fazla şeyle meşgul olduğumuzda, aynı anda pek çok şeyi yaptığımızda yaşadığımız anı yakalayamayız. Hâlbuki hayatı tam da yavaşlattığımızda kendimize temas etmiş ve hayatı hissetmiş oluruz.
Hayatın içinde sakince ve usulca yaşayabilmek duygularımıza temas etmek yani duyguları anlamak, tanımak kendimizi tanımamıza aracılık eder. Duygularına temas eden insan kendine temas eder. Kendine temas eden insan kendini tanır. Kendini tanıyan insan ise hayatıyla ilgili doğru kararlar verir. Günümüzde maruz kaldığımız şeyler, teknoloji ile çok fazla uyaran olması, çevre baskıları, sosyal medya ile iş-güç koşturmacasında belki de yavaşlamak mücadele edilmesi gereken bir durum. Ancak eğer kendimizi bu yoğun karmaşık süreçlerin içine bırakırsak kaosta kalırız.
Peki neden hep mutlu olmak peşindeyiz!? Aslında mutluluk dediğimiz duygu çok kısa anlardan ibarettir. Ve mutluluğun kaynağı hayatın anlamını keşfetmekte saklıdır. Yaşamda her duygunuzu görüp, anlamaya çalıştığınızda tam olarak yaşamın içinde olursunuz. Ve yaşamın içinde olmak demek sadece mutluluk değil acı, hüzün, heyecan, sevinç, neşe, keder, endişe, korku, tutku gibi tüm duyguları hissedebilmek, onların içinde kalabilmek yani yaşayabilmektir.
Duygudan sürekli kaçmaya çalışan insanlara baktığımızda; hayatın koşturmacasına kendini kaptıran, her şeye yetişmeye çalışan bireylerdir. Göremedikleri şey, her şeye yetişmeye çalışırken kendilerine geç kalmalarıdır. Kendimizi kaçırdığımızda duygularımıza temas edemiyoruz. Kendine temas etmek ise insanoğlu varolduğundan beri gerçek olan varoluşsal bir ihtiyaçtır. İnsan bu dünyada “nereden geldim”, “nereye gidiyorum” soruları ile hayatı anlamlandırmaya çalışırken en çok da kendine temas etmeye ihtiyaç duyar. Çünkü kendine temas etmek, varoluşsal anlamımızı yakalamamızı sağlar. Duygular, insanın kendini tanımasına aracılık eder. Duygularını anlayan, dinleyen bireyler hayatın zorluklarıyla daha kolay baş edebilir.
Hayatınızın anlamını keşfetmek istiyorsanız duygularınıza kulak verin. Çünkü bastırdığımızın duyguların esiri oluruz, bastırmadan duyduklarımızı ise kontrol edebiliriz.
Duygular meselesini; “Akıl ile mi, kalp ile mi doğru karar verilir?” sorusunun yanıtıyla neticelendirelim. Duyguları dinlemek onları kontrol etmemizi sağlar. Duygularını dinleyen birey bedenindeki durumları da anlar. Duygularla ruha, düşüncelerle zihne bakarız. Ve Ruh-Beden-Zihin ile kendine bakan birey kendini anlamaya başlar. Kendini anlayan bir birey ise akıl ve kalp dengesinde hayatıyla ilgili doğru kararlarını hayata geçirebilir.
Kalbinizle dinleyebildiğiniz bir yaşam dileğiyle…
Gaye Kağan
Uzman Klinik Psikolog