Hz. Pir Şeyh Şa’ban-ı Veli’nin “Eğer gerçek âşık ve talip isen, talep eden Tanrı’sını bulur” deyişi, kainatta talepkâr olmanın, karşılığının muhakkak olduğunun ve olacağının nüktesini izah etmiştir. Ancak tüm bunlardan evvel insan, talep ile, “talep etmeyi ve onu öğreteni” görmeden arzuladığının, ne Tanrısını bulabilir ne de oluşturabilirdi. Yani bu eylemin gerçekleşebilmesi ancak ve ancak bir matlubun bulunması ve hissedilmesi ile mümkün olabilir. Bunun yanında, talebin şiddeti ve sıcaklığı, matluba duyulan aşk, muhabbet, taad veya itaat ile kendini gösterir. Ve Matlubun en ulvi sıfatları taşıması, karşılaması ile gönüle düşmesi, ancak gönülden düşürülmemesi ile arzu edilenin kuvvetini ve kudretini yüce, ulu ve diri tutmayı başararak, gayretin ve çabanın fitilini yakıp, arzu ettiği “neticeye” ulaşmasını sağlayabilirdi.
Anlıyorum bu kadar uzun cümleler arasında, sıkılgan ve yorucu bir sokaktan geçmeniz elbette, beni de yoruyor. Ancak şimdi tam da anlatmak istenilen “Tanrının Bulunabilmesi İçin Bir Tanrıya İnancın Olması” yani, her şeyden evvel talebin olması için de “Bir Tanrıya İnancın Olması” gerekmez mi. O zaman demek ki, talep etmek sadece bir dua ritüeli, ancak ona bu öğretiyi derç edip öğretene inanmak ve itaat etmek yalnız hakikat yolculuğu ile açıklanabilirdi.
Ve aynı zamanda hakikat yolculuğunun başlaması da aşk ile mümkünse; yine “Bir Tanrıya İnancın ve itaatin” gerekliliği karşımıza bir çelik duvar gibi çıkmakta olmuyor mu..?
Laf uzamadan talebin oluşması için;
-Tanrıya İnanmak ve itaat
-Aşk ile hakikate varmak
-Talep etmek.
Yani, Tanrıya ulaşmanın en elzem lazımı “iman ve itaat ile başlıyor olmasını gerektirmesi”. Ayrıca Benim ki “Allah (c.c), senin ki Yehova” onun ki “Tanrı” olabilir. Yalnız bu yukarıda izah edilen hakikatin değişmesi anlamına gelmediği gibi; burada önemli olanın aşk ile hakikati bulup mana üzerine işaretlenen iman ve itaatin kabul ve tasdiki ile talepkârın matlubuna arz-u halini beyan etmesi.
Bunlar olmadıkça dua ile istenilen ve arzulanan her şeyin tüm yükü sadece dünya ile varlığa bürünmüş “çaba ve gayrete” yani “fiile” yüklenmiş olacak, ilahi ve imani olmayan küçük, muvakkat aynı zamanda fani “Tanrı Tasavvurları” ile hebanın derin kuyularında yitik bir tiyatro olarak çürüyecektir.
Bunun yanında arzulananın gerçekleşebilmesinin bir diğer yanı da tüm yukarıda anlatılanlardan önce “Matlubunun, Kim Olduğunun Bilinmesi ve tanınmasıdır”... Bilinmesi “Neler İsteyebileceğinin Sınırını” tanıman ise “O Her şeyi Bilen ve Her şeyi işitendir” ayeti ile kalbine vurulan mühürlerin, serin ve selametli geçişler ile yoluna devam etmenin kapılarını açmana yardımcı olacaktır.
İşte talebin karşılanmasının gerekliliklerinin en mühimi tanımak ve iman olarak kendini bir daha tasdik etmektedir.
İşte, O zaman “Eğer, gerçek aşık isen; Talep eden Rabbini bulur” hakikatine musahhar olmak ve talebin, hamd ve şükür ile birleştirilip istenmesi ve böylece yükün de hafifletilmesi sağlanmış olacaktır.
Sonuç olarak; elbette cüz’de “Her insan kendi hayatının senaristidir” yalnız küll’e olan bağlılık hakikat olduğundan; bazen yöneten ve yönlendiren talepkârın duası ise ve o talep “Matlubundan” isteniyorsa, İman ve itaatin ne denli en mühim koşul olduğunu bize bir daha hatırlatmıştır.