İnsanoğlu çağın en dehşetli bir hastalığına giriftar olmuş bir vaziyettedir. Öyle bir hastalık ki tabiri caizse sarhoş ve serkeş bir hale bürünmüştür. Hayatının temeli ve devamı olan iman meselesini unutup dünyanın cazibedar fantezilerine ve fitnelerine kapılıp bad-ı heva ömür tüketmektedir. Bu noktada üstadın beyan etmiş olduğu:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalp ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var...
(On Birinci Şuâ Dördüncü Mesele)
İbaresi göz önüne alındığında adeta hayatımızda var olan meşguliyetleri bir süzgeçten geçirmemiz gerektiğinin farkına varıyoruz.
Evet, insanoğlunun alâkadar olduğu pek çok daireler vardır ama bu daireler önem sıralamasına göre değer kazanmaktadır. Mesela bizim en basit zannettiğimiz dairede çok mühim vazifeler görülmektedir. Bu daire kalp ve mide dairesidir.
Kemiyet noktasında az keyfiyet itibariyle çok önemli görevleri barındırmaktadır. İnsan başta midesini doyurmazsa cesedinin ölümüne sebebiyet verir ve tabi bunu yaparken haram helal gözetmeden yaparsa bu sefer iman mahallî olan kalp nurunun sönmesine de sebep olur.
Her büyük inkılabın başı kalbe ekilen tohumlardır. Bu tohumlar eğer ki iman ve İslamiyet ile sulanırsa mahsulatı nur olur. Ve bu nur kalp sahibini aydınlatmakla kalmayıp ailesini, akrabasını, dostunu, köyünü ve memleketini de nurlandırır. Çünkü bu kalp, Allah’ın rızası dairesinde hareket etmeye yol bulduğundan üstüne düşen vazifelerini de yerli yerinde yapar. Bu yüzden bize düşen başta kendi nefsimizin ıslahına çalışmaktır. Bu da kendi vazifelerimizi ve sorumluluklarımı bilip ona göre hareket edip Allah’ın vazifesine karışmamak ile mümkündür. Dünyanın vermiş olduğu hevâ ve heveslere kapılarak, hepimizin başına açılmış en büyük dava olan İMAN davasını kaybetme tehlikesi içerisindeyiz.
Nefsimize yenik düşüp ömrümüzü dillere zehirli bal çalan mekanlarda sarf ediyoruz. Dünyanın muvakkat bir seyrangâh olduğunu unutup daima dünyada kalacakmış gibi lüzumsuz işler peşinde koşturuyoruz, belki saatlerce televizyon veya telefon başında zaman israfına yaverlik ediyoruz. Siyaset damarımız özellikle ön cephelerde saf tutuyor ve bu da tarafgirliği doğuruyor. Tarafgirlik de savunduğu her ne ise yanlışına kör ve sağır bir hale getiriyor insanı. Hele ki ahlâkın rezil bir meze şeklinde önümüze sunulduğu dizileri ve ekrana bağımlı yapıp saldırgan ve küfürlü sözlere sebep olan futbolu anlatmaya bile gerek yok. Bunlar büyük dairede olan muvakkat ve ehemmiyeti olmayan meselelerdir. Bu konularda tesirimiz ve vazifemiz olmamasına rağmen boyuna posterlerini kalbimize asıyoruz.
Ve günler geçiyor hayat sayfalarımızdan bir bir eksiliyor yapraklar ve biz hâlâ 24 saatin bir saatine denk ve dinin direği olan namazdan bile habersiz yaşamaya devam ediyoruz. Ki buna yaşamak denirse...
Elhasıl biz küçük dairemizdeki vazifelerimizi küçük görüp ehemmiyet vermedikçe, dışı mükemmel güzellikte görünüp içi çürümüş ve kararmış bir ceviz olmaktan öteye gidemeyiz, ne sözlerimizin tesiri kalır ne de çırpınışlarımızın bir neticesi.
Önce mide ve kalp doyurulacak. Mide nimetle, kalp nimeti veren Mün’im-i Hakiki’nin zikri ile. Çünkü “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Ra’d Sûresi:28)