Dünya mahzeninde havaya sinen çığlıkların hazin resimleri var duvarlarda.
Her biri tek başına, kanadı kırık bir vaziyette tutunmaya çalışıyor; duvardaki çivide defalarca izi kalmış.
Kimisinde dünyanın yükümlülüklerini tek başına üstlenen bir anne,
kimisinde tüm dünyayı karşısına almış bir anne,
kimisinde hiçbir zaman destek görmemiş bir anne,
kimisinde tüm hayatını tek bir yavrusu için feda etmiş bir anne.
Kimisinde yaşamın tüm zorluklarını göğüsleyen, tüm sancıları bağrında bir gül gibi saklayıp kuruyup bitene kadar sabreden bir anne;
kimisinde gözleri önünde ailesinin tüm fertlerinin kıyıma uğradığı bir anne.
Ve hepsinin adı öyle veya böyle ANNE.
Yaşadıkları farklı olsa da acıları ortak.
Ve tüm acıları bir arada yaşayan: GAZZE.
Çünkü anne demek Gazze demek.
Aklımızın idrak edemeyeceği, hayatımız boyunca yaşadığımız en büyük acı dediğimiz şey, Gazze’nin acısı yanında bir hindibaya üflerken uçup gitmesi kadar kolay ve basit kalır.
Gazze’nin yüz örtüsünü hafifçe kaldırdığımızda bunu anlarız. Sadece ucundan kaldırıp baktığımızda altındaki manzaranın ne derece dehşet verici olduğunu görürüz.
Ama biz örtüyü açmak yerine “Gazze soğuktan ölüyor” deyip üzerine yorgan örtüyoruz.
Öyle yorganlar ki, kalınlığından istifade edip üzerinde yatıyor, yiyip içiyoruz.
Karşımızda dünyanın değersiz gündemlerinin nabzını tutan televizyonlar ve telefonlar;
tenperverlik diye adlandırdığımız, rahata düşkünlük hissimizin başını okşuyoruz.
Ruhumuz, öyle bir çağın sokaklarında geziniyor ki nefesinin kesilmesi an meselesi. Sorumsuzluktan, vicdansızlıktan, insaniyetsizlikten, gamsızlıktan.
Bu nasıl iş?
Hâlâ penceremizde güneş gülümsüyorsa, bu kalpleri ellerinden kayıp gitmeyenlerin sayesindedir.
Onlar ki Allah yolunda başlarını feda edecek yiğitlerdir, karınca misali safları belli, adımları sağlam ve vicdanları dipdiri.
Allah’ım, sen muhafaza eyle bu erleri. Tez zamanda bahar görsün bahçeleri; top, tüfek, taş yerine gül tutsun artık elleri.
Bitsin bu soykırım; kesilsin zalimlerin kan kusturan sesleri.