Dünyada varlık sahasında hüküm sürerken, bedenimiz ruhumuzun kafesi hâline gelir. Ruh, sıkışıp kalmış; sanki sadece cesedimizi ayakta tutmakla görevliymiş gibi. Hâlbuki bir çıksa o ceset kafesinden, her şey bitecekmiş hissi dolaşır zihnimizde. Dünyaya sığamayan benliğimiz, haddini aşmaya başlar; ruhunu ezdikçe ezer, oksijensiz bırakır, köleleştirir.
Oysa asıl varlık sebebimiz ruhumuzdur. Biz ise onu hapsetmeye, hatta görmezden gelmeye meylederiz. Bedenimize ise elden geldiğince kıymet verir, sarar sarmalarız. Dışarıdan gelen iltifatlar, şöhret hırsı, beğenilme arzusu ve alkış yağmuru nefsimizi şişirdikçe şişirir. Aynada gördüğümüz yalancı suretimize övgüler yağdırır, heva ve heveslerimize esir oluruz. Ruh ise karanlıkta kalır.
Dünyanın geçici olduğunu unutup ebedi yaşayacakmış gibi tutkularımıza meftun oluruz. Her gün aynı tempoda kalkar, yürür, konuşur, çalışır, uyuruz; tıpkı duvardaki saatin ne bir geri ne bir ileri gidişi gibi. Ömrümüz, Yaratan’dan habersiz, dışı süslü içi boş bir şekilde geçer. Her saniye aleyhimize işler; hırslarımız gözlerimizi kör eder.
Oysa bu hâl, ruhun çığlığıdır. Çünkü ruh Rabbini bilir; bedenin yanlış yollarda direksiyon salladığını fark eder. Öyleyse ne yapmalı?
Bize üç beden büyük gelen bu dünyalık libası çıkarmalıyız. Hakiki ölçümüze uygun kisveyi giymeliyiz. Onu da dünyalık heva ve heveslerin tozundan, kirinden arındırmalıyız. O elbise; hem dünyamızı hem ahiretimizi kurtaracak ziynetlerle dokunmuş, ruhumuza nefes aldıran, kalp ve vicdan penceresiyle işlenmiş olmalıdır.
Bunu üzerimize giydiğimizde, buz parçası hükmündeki nefsimizi hakikat havuzuna atıp eritiriz. O zaman hayatımız mana bulur; beş para etmeyen arzularımızdan sıyrılır, paha biçilmeyen elmaslar kazanırız. Bu elmaslar ancak, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi ve mucizeli Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Koca dünya içinde bir zerre olan benliğimizi, kâinata hükmeden Rabbin yolunda eritmeliyiz ki, ahirette altından ırmaklar akan cennette sümbüllenmek için yerimiz olsun. Aklımızı başımızdan alan hayvani arzularımızdan vazgeçip, hakikatle yoğrulan mahiyetimizin bilincine varmalıyız.
Bize verilen en büyük nimetlerden olan aklımızı, hak yolunda kullanmaya gayret etmeliyiz. Bunun yolu ise, gözümüze örümcek ağı gibi örülen dünyanın zayıf, basit işlerinin yönünü çevirip onları daha kuvvetli ve anlamlı hâle getirmektir. O çapak misali ağı gözümüzden silmeli, hakikate yönelmeliyiz.
“Dünya madem fânidir; değmiyor alâka-i kalbe.”
(Mektubat, sh. 88)
Öyleyse, dünyadayken yaptığımız işleri bâkileştirmek için O’na rücu etmeli, O’na dayanmalı ve O’nun adıyla başlamalıyız her işe ve her nefese. Hatalarımızdan sakınmalı, tövbe kapısını görmezden gelmemeliyiz. Çünkü O, Rahman ve Rahîm’dir; sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir. O, Gafûr’dur, Afuv’dur; çokça bağışlayan ve affedendir. Günahlarımızla da sevaplarımızla da O’nun dairesine girmeli ve daima O’ndan ümitvar olmalıyız.