Kalem eskimeyen bir ayraçtır. Tutan elin niyetini okumaz ama zihninin rengini yazar satırlara. O yüzden, divitin hangi mürekkebe daldırıldığının pek bir ehemmiyeti yoktur. Zihnin kaleme üflediği renk önemlidir. Bu renktir ki, insandaki zekâ pırıltısını ortaya koyar aynı zamanda. Sözleri kalplere mıh gibi saplanan söz üstadları, zihin tezgâhları mahir olanlardır.
Tabi, bir de kalem münafıkları var. İşte bunlarda iş kişinin aynası, yazı aynanın kara yüzünde kalıyor. Ne yazsalar nafile. Silemezler hal diliyle yazdıklarını. Sözde hamiyetli, sözde ozan, sözde şair, sözde vaiz, sözde… Her kim beliriyorsa zihninizde noktaları onlar doldurur zaten.
“Sözünün eri” deyimini bence bir de bunlar için yorumlamak gerek. Sözlerinin erleri mi bu zevatlar gerçekten?
Ebû Saîd el-Hudrî (ra)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet günü her vefâsız kişinin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir. . ."
(Müslim, Cihâd 15-16. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 26)
Hadis-i Şerif’ten mülhem bunların sancakları, dudak uçuklatacak zannımca. Dinin ahkâmıyla hareketleri bağdaşmayan bu insancıklar, rehberlik yaptıkları yığınlar Cennet’e girerken en büyük pişmanlığı yaşayacaklar.
Fudayl b. İyaz der ki:
Ben üç sınıf insana acırım:
- Bir kavmin zelil olan reisine
- Sonradan fakir olan zengine
- Dünyanın oyuncağı haline gelmiş alime.
İşte alimlerin bir kısmı ne yazık ki, din taciridir. Dünya onların hasat yeridir. İlimleriyle dünyalık devşirirler. Bu yüzden ilimleri kendilerine şefaat edemez. Zaten izin vermezler ki etsin. İmam Gazzali hazretleri, yakin azlığı olanın ilminin, fayda vermeyeceğinden bahseder. Yakin’i nasıl anlamak gerek derseniz?
Bir çok ıstılahi manası olmakla birlikte, ben bana yetecek kadarının usaresini şöyle ifade edebilirim:
“İnandım dediklerin gırtlağından aşağı iniyor mu, kalp de tasdik edileni ahval gösteriyor mu?” Zira “inandım”diyen çoktur fakat ya kalp ya hal? Dil çok konuşur da ya kalp sükuttaysa! Dil çok konuşur da, ya hâl uçurumdaysa! -Hafizanallah-
İsrailiyat'ta rivayet edilir ki, 'Bir hekîm, hikmet konusunda 360 kitap yazmış ve böylece haklı olarak hekîm vasfını almış. Fakat Allah Teâlâ o devrin peygamberine o adama 'Sen yeryüzünü hezeyanla doldurdun. Onları benim rızam için yazmadığından bir arpa boyu mertebeye bile sahip olmadın. Ben Azimüşşan, senin nifakından bir tek cümleyi dahi kabul etmedim' demesini söylemiş. Bu haberi alan hekîm, hareketinden pişman olarak, yazarlık mesleğini bırakıp halka karışmış. Halkın içinde çarşılarda gezerek, alışveriş yaparak tevazu zırhına bürünmüş. Bunun üzerine de Allah Teâlâ, o devrin peygamberine şöyle vahyetmiş: 'Ona, şimdi benim rızamı kazandığını bildir'.
(Gazzali,İhyâu Ulûmi''d-Dîn eserinin İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri (2))
Evet her emeğin önce Allah’ın makbullük terazisinden geçmesi gerek. Zira Allah, kabul etmedikten sonra namın dünyanın bir ucundan diğer ucuna da yayılsa, Hakk katında yaptıklarının üzeri çizilidir.
Son olarak, derler ki: “Alim ol ki, ölmeyesin!”
Bu ibare, alim olanın eserleriyle, arkasında bıraktıklarıyla baki olacağını ifade ediyor. İyilik terazisinin lehine olan bu mertebeyi ilmiyle amil olanlar tutacaktır. Kişinin ilmi önce kendisine şefaat etmelidir. Bu da ancak ağızdan çıkanı kulağın duyması, hale arz olunması ile mümkündür. Halin fısıldamadığını dil her ne kadar süslü haykırsa da, belki yankılandığı dağ sağır olmaz, duyar, haşyetinden paramparça olur. Lakin ağzın sahibini ırgalamaz. İşte bu büyük bir hezeyandır.
Hepimizin daha dünyadayken yapıp ettikleriyle Sırat’in neresinde olduğumuzu bir yoklaması gerek. Allah bizi ne sözde abid, ne sözde zahid, kısacası sözde olan hiçbir şey etmesin.
Yazandan ve okuyanlardan Mevla razı olsun. (Amin)
Kalın Selamette...