Said Nursi’nin Mehdî, Deccal ve Hz. İsa ile ilgili hadisleri anlama metodolojisi

Atilla Yargıcı

Said Nursî son bir asra damgasını vuran büyük bir islam alimi. Risale-i Nur Eserleri bu çağı olduğu gibi önümüzdeki çağları da aydınlatmaya devam edecek bir lamba. En önemli iki kaynağı var: Kur’an ve Hadis. Amacı, Kur’an-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin mesajlarını asrın idrakine söyletmek. Bilhassa da imansızlık ateşinde yanan gençlerin imanlarını kurtarmak.

Said Nursî telif ettiği eserlerinde sahip olduğu bu iki kaynağı referans olarak kullandığı gibi aynı zamanda eşsiz ve benzersiz bir Kur’an, hadis ve sünnet müdafaası yapıyor. O, bir taraftan bu mukaddes görevi yerine getirirken, diğer taraftan da Kur’an ve Hadislere ilişenlerin; oryantalist ve onların yolundan gidenlerin iddialarını çürüten çok kuvvetli deliller ortaya koyuyor.

Onun çok önemli iki metodu var: ispat ve iknâ. Ele aldığı konuları aklî ve naklî delillerle ispat ederken, aynı zamanda ikna ediyor. Nakli esas alıyor. Akılla çelişen nakilleri usulüne uygun tevillerle akla yaklaştırıyor. Ama önce nefsini iknâ ediyor. Çünkü kendi nefsini iknâ eden, başkalarını da iknâ edebilir. Parolası şu cümle: Medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile yani, zorbalıkla değildir.

Said Nursî’nin yaklaşık bir asırdır Kur’an ve sünnetten istifade ederek kaleme aldığı ve insanlığa ışık saçan mesajları içeren Nur Risaleleri baştan sona ispat ve ikna edici cümlelerle dolu. Tevhidi anlatırken de, öldükten sonra dirilmeyi izah ederken de, Kur’an ve hadisleri izah edip savunurken de takip ettiği yol hep aynı: ispat ve iknâ.

Mehdi, Deccal ve Hz. İsa medyada nasıl anlatılıyor?

Said Nursî’nın Kıyamet alametleri ile ilgili hadisleri anlamada kullandığı metoda geçmeden önce, son zamanda medyada yayınlanan konuyla ilgili bir programdan bahsetmek istiyoruz. Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında tanınmış bir hoca konuk edilmişti. Konu ise; Mehdi, Deccal ve Hz. İsa idi. Hocanın bu konularda zikredilen hadisleri ve eski zamanlarda yapılmış hadis yorumlarını iyi öğrendiği anlaşılmaktadır. Hadislerde Mehdi, Deccal ve Hz. İsa ile anlatılan hususları ele alıyor, bazen hadislerin Arapçalarını okuyor ve hadislerde anlatılan hususları sıralıyor. Mehdi ve Deccal’ın ne gibi özellikler taşıdığını, Hz. İsa’nın yeryüzüne indikten sonra ne gibi görevleri olduğunu dile getiriyor... Ancak bunları dinleyenlerin kafalarının karışacağı muhakkak. Çünkü kıyamet alametleri ile ilgili hadislerde, bir biriyle ve akılla çelişecek ifadeler var.

Kıyamet alametleriyle ilgili hadislerin üslubuna dikkat etmeyen bazı alimler bile bu hadisleri anlamadıklarından ve çelişkili bulduklarından inkar yolunu seçmişlerdir. Bugün de bu gibi hadisleri duyanlar bunların anlaşılma metodunu bilmedikleri takdirde hadislere karşı mesafeli bir tavır sergileyebilirler.

Said Nursî, eserlerinde çok ilişilen ve anlaşılmakta güçlük çekilen bu kıyamet alametleriyle ilgili hadislerin yorumlanmasına aynı bir önem veriyor. Said Nursî’nin yaptığı, kıyamet alametleriyle ilgili hadisleri aynen almak değil. Zaten onlar hadis kitaplarında mevcut. Onun yaptığı önce bir metodoji belirlemek, arkasından o metodojiye göre hadisleri yorumlamak, aklı ve muhatabı ikna etmek.

Said Nursî’nın içinde Deccal, Mehdi ve Hz. İsa’nın inişinin de bulunduğu kıyamet alametleriyle ilgili hadisleri anlamak için ortaya koyduğu bu usul, bu metodoji, Sözler isimli eserinin 24. Sözünün 3. Dalında yer alıyor. Bu bir de Şualar isimli eserinin 5. Şuasının başında Mukaddime’de zikredilen hususlar var. Bahsedilen asıllar ve hususlar okunmadan kıyamet alameti ile ilgili hadisleri anlamak da anlatmak da neredeyse imkansız.

Onun bu konudaki metodolojisi ve ilgili hadisleri nasıl yorumladığına bir bakalım:

Kıyamet Alametleri ile İlgili Hadisleri Yorumlama Metodolojisi

Ona göre örneğin Mehdilik konusundaki hadis-i şeriflerin güzelce anlaşılmaması nedeniyle ilim ehli bazı kişiler bu hadislerin bir kısmına zayıf ve veya mevzu’ diyor, imanı zayıf ve enaniyeti kuvvetli bir kısmı da inkara kadar gidiyor.1

Ona göre, din bir imtihan ve tecrübe. Bu sınav alî ruhları süflî ruhlardan ayırt eder. Bu yüzden hadisler ileride herkese göz ile görülecek olayları, insanın aklına kapı açacak ve insanın iradesini elinden almayacak şekilde anlatır. Bu sebeple konuyla ilgili hadisler ne tamamen meçhul kalacak kadar kapalı ne de herkesin tasdik etmesine sebep olacak kadar açıktır. Eğer kıyamet alametleri çok açık bir şekilde görülse, herkes tasdik etmek zorunda olur. O vakit kömür gibi bir kabiliyet ile elmas gibi bir kabiliyet aynı kalır. Bu durumda teklif sırrı ve imtihanın neticesi ortadan kalkar. Mehdî ve Süfyan gibi konularda çok ihtilaf olmasının ve rivayetlerin farklı farklı olmasının sebebi de budur.2

Said Nursi’ye göre İslami meselelerin tabakaları bulunmaktadır. Bunlardan bazıları “burhan-ı kat’î” isterken bazıları ise “zann-ı galibî” (kat’î olmayan delil) ile yetinir.

Bir kısmı yalnız “kabul-ü teslimi” ve reddetmeyi gerektirir. Bu yüzden imanın esaslarından olmayan ferî meseleler veya vukuat-ı zamaniyenin (zamanla meydana gelecek kıyamet alametlerinin) her birinde bir izan-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat’î istenilmez. Belki reddetmemek ve teslimiyet gösterip ilişmemek gerekir.3 Bu izahlara göre Said Nursî ahir zaman olaylarını ve Mehdilik meselesini iman esaslarından kabul etmemekte ve asıl değil fer’î bir mesele olduğunu bildirmektedir. Bu konudaki hadislerin mütevatir ve zayıf olması yönündeki iddiaları da göz önüne alarak bir yaklaşımda bulunduğunu söylemek mümkün. Burada fer’î kavramı önemsiz anlamında değil, inanç alanına girmeyen bir konu mânâsındadır.

Said Nursi ahir zaman hadislerini değerlendirirken sahabe döneminde Yahudi ve Hristiyan alimlerden çoğunun Müslüman oldukları zamanda, onların bilgilerinin de Müslüman olmasının, bazı gerçeğe aykırı geçmiş bilgilerinin İslam’ın malı olarak tevehhüm edilmesinin de nazara alınmasını istemektedir.4

Nursi, ravilerin de eksikleri olabileceğine dikkat çekerek onların bazı sözlerinin veya çıkardıkları anlamların hadisin metninden kabul edildiği konusuna da dikkat edilmesi gerektiğini söylemektedir. Çünkü insan hata edebilen, yanlış yapabilen bir varlık olduğundan dolayı gerçeğe aykırı çıkardıkları bazı anlamların veya görüşlerinin “hadis” zannedilmesi sebebiyle de hadislerin zayıf olduğu ileri sürülmektedir.5

Said Nursi ayrıca bazı velilere gelen ilhamların da hadis telakki edildiğini, halbuki bunlarda hata olabileceğini, insanlar arasında meşhur olmuş bazı hikayelerin ata sözleri yerine geçtiğini, bunların ne maksat için zikredildiğine bakılması gerektiğini, bunların hakikî manalarında zikredilen kusurların örf ve insanların adetlerine ait olduğunu, konuyla ilgili hadisleri değerlendirirken bütün bunların da göz önüne alınması gerektiğini hatırlatmaktadır. 6

Diğer taraftan hadislerde zikredilen teşbih ve temsillerin zamanın geçmesiyle hakikat olarak görüldüğünü, halbuki bunun hata olduğunu, teşbih ve temsilin ifa ettiği anlama bakmak gerektiğini söylemektedir. Sevr ve hut ile ilgili hadis-i şerifler buna örnek olarak verilebilir.7 hadislerde zikredilen dünyanın “Sevr ve Hut” yani “öküzle balık” üzerinde durduğunu bildiren hadis-i şerifle ilgili şunları söylemektedir:

“Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla (zamanın geçmesiyle) veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye (maddî bir hakikat) telakki ediliyor, hataya düşer. Mesela, 'Sevr' ve 'Hut' isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki melaiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismani bir balık zannedilerek hadise ilişilmiş."8

Said Nursî 14. Lem’a konuyu çok farklı yönleriyle ele almaktadır:

“Mesela, nasıl ki denilse: “Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?” Cevabında: عَلَى السَّيْفِ وَ الْقَلَمِ denilir. Yani “Asker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine istinad eder.”

Öyle de küre-i arz madem zîhayatın meskenidir ve zîhayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevahil kısmının(sahilde yaşayanların) kısm-ı a’zamının(büyük bir kısmının) medar-ı taayyüşleri (geçim vasıtaları )balıktır ve ehl-i sevahil olmayan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatla öküzün omuzundadır ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır. Elbette devlet, seyf(kılıç) ve kalem üstünde durduğu gibi küre-i arz da öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder, Hâlık-ı Hakîm de arzı harap eder.

İşte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, gayet mu’cizane ve gayet ulvi ve gayet hikmetli bir cevap ile: اَلْاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiş. Nev-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikati, iki kelime ile ders vermiş.”9

Görüldüğü gibi hadis-i şerifi zahiri manasına göre yorumlamak ve anlamak bir çok kişinin bu hadisi inkar etmesine sebep olabilir. Ancak hadisi kinaye olarak düşündüğümüzde anlaşılma probleme ortadan kalkmaktadır. Kıyamet alametleri ile ilgili hadislerin bir kısmı da böyledir. Kinaye olarak bakıldığı zaman anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Said Nursî konun anlaşılması için bir de hadislerde zikredilen bir olaya temas eder ve şöyle der:

"Hem mesela, bir vakit huzur-u Nebevide derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: 'Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, ta ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.' İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra kat'iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: 'Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.' Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu, gayet beliğane bir surette, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.”10

Görüldüğü gibi bilhassa da ahir zaman hadiseleri ve kıyamet alametleri ile ilgili hadis-i şerifleri zahire göre, yani kelimelerinin ilk anlamlarına göre açıkladığınız zaman, bir çok hadis-i şerifin inkar yoluna gidilmesi mümkündür. Halbuki teşbih ve kinaye gibi belağat kavramlarıyla hadislere baktığınız da o zaman o hadisler daha anlamlı ve anlaşılır olmakta, hadislere ilişenlerin de susmasına sebep olmaktadır. Medyada ahir zaman hadiseleri ile ilgili konuları anlatmak için davet edilen bazı tanınmış hocaların hadislerin bu şekilde doğru bir şekilde anlaşılabileceğini bilmesi gerekir. Yoksa anlatılan şeyler, hem insanların kafalarını karıştırır, hem de bir çok kişinin hadislerle alay etmesine bile sebep olunabilir.

Mehdi ve Deccal ve Süfyan gibi şahısları herkesin tanımasının imtihan sırrına aykırı olması

Bediüzzaman’a göre yüce Allah imtihan meydanı olan dünyada önemli şeyleri kesretli eşya içinde birçok hikmet ve maslahatlar için saklamaktadır. Kadir gecesini Ramazan’da, duaların kabul edilme saatini Cuma gününde, makbul velisini insanlar içinde, eceli ömür içinde, kıyametin vaktini dünyanın ömrünü içinde sakladığı gibi, Mehdi ve Süfyan gibi ahir zamanda gelecek şahısları da gizlemiştir. Bu yüzden Mehdi ve Süfyan Tabiûn zamanından beri beklenmiştir. Hatta bazı veli insanlar onların geçtiğini bile söylemiştir. Kıyametin vakti nasıl belli değilse bunların da vakti belli değildir. Çünkü her zaman ve her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak böyle bilgilere muhtaçtır.11

Meseleyi Süfyan açısından değerlendirecek olursak, gaflet içinde kötülere uymamak, lakaytlıkla nefsin dizginini bırakmamak için nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer bunların zamanları belli olsaydı, umumî irşad maslahatı ortadan kalkmış olurdu.12

Bediüzzaman Mehdi hakkındaki rivayetlerin ihtilaflı olmasını kabul etmekte ve bunun izahını da yapmaktadır. Ona göre hadisleri açıklayanlar, hadislerin metinlerini kendi açıklamalarına ve çıkardıkları anlamlara (istinbatlara) tatbik etmişlerdir. Örneğin o vakit saltanat merkezi Şam’da veya Medine’de olduğundan Mehdi veya Süfyan ile ilgili gelişmeler saltanat merkezine yakın Basra, Kufe, Şam gibi yerlerde, temsil ettikleri cemaata ait âsâr-ı azimeyi o şahısların zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişlerdir ki, o harika şahıslar çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişlerdir. Halbuki bu dünya bir imtihan dünyası olduğu için akla kapı açılır, ama insanın iradesi/ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle hadislerde bildirilen Deccal, Mehdi gibi şahıslar ortaya çıktıkları zaman onları çoğu insan bilmeyecektir. Hatta kendileri dahi ilk başka kim olduklarının farkında olmayacaklardır. Nursi’ye göre bu gibi şahıslar ancak iman nurunun dikkatiyle tanınabilir.

Hadislerde Deccal ile ilgili zikredilen “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü diğer günler gibidir. Çıktığı zaman dünyaya gezer”.13 İfadeleri bazı insafsız insanlar tarafından kabul edilmemiş, bu rivayetin muhal olduğunu bile iddia etmişlerdir. Halbuki Said Nursi ise bunu bazı yerlerdeki gün kavramının çok değişik olması sırrıyla açıklamış ve gün kavramının farklı olarak yaşandığı yerleri Deccal’ın çıkış ve gelişme yerleri olarak izah etmiştir. Mehdi konusunda rivayet edilen gün ile ilgili hususları da bu bakış açısıyla değerlendirmek mümkün olabilir. Onun açıklamaları şu şekildedir:

“Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde (kuzeyde), tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden (Tabiatı ilah olarak gören kimselerin inkar fikrinden) süzülen bir cereyan-ı azîmin (büyük bir cerayanın) başına geçecek ve uluhiyeti inkâr edecek bir şahsın, şimal (kuzey) tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki Kutb-u Şimalî’ye (kuzey kutbuna) yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccal’ın bir günü bir senedir.” O daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır.” demekten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bazen olur yazın bir ayında güneş gurûb etmez (güneş batmaz). Şu dahi Deccalın şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü Deccal’a isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurûb etmiyor. Daha gele gele tulû ve gurûb (güneş doğuşu ve batışı) ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurûb etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccal’ın çıktığı vakit, umum dünya işitecek.” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler (inkarcılar), şimdi âdi görüyorlar.”14

Said Nursî, Mehdi, Deccal gibi ahir zamanda çıkacak zatlarla ilgili hadislerin, zamanın ortaya çıkardığı bu gerçeklerle izah edildiği zaman gayet akla yatkın olduğunu ifade etmektedir.

Diğer taraftan Said Nursi’ye göre Kur’an’da müteşabihler olduğu gibi hadislerde de müteşabihler bulunmaktadır. Bu yüzden müteşabih ayetler ve hadisler çok dikkatli tefsir ve tevile muhtaçtır.15

Risale-i Nur’a göre Mehdi, Deccal ve Hz. İsa’nın inişi ile İlgili Hadislerin Tevilleri

Said Nursî, Mehdiliğin de içinde bulunduğu kıyamet alametleri ya da ahir zaman hadiseleri ilgili hadisler hususunda metodunun esaslarını ortaya koyduktan sonra Mehdilik konusunu bu prensipler çerçevesinde ele almaktadır. Hatta diyebiliriz ki Said Nursi bu metotlarla hadisleri anlama hususunda ilim ehline de yol göstermektedir. Bu yüzden o, Mehdilik meselesini tek başına bir konu olarak ele almaz. Bu meseleyi ahir zamanda ortaya çıkacak Deccal ve Süfyan gibi konularla birlikte ele alır.

Mesela Hazret-i İsa’nın Deccal’ı öldürmesiyle ilgili hadisleri şu şekilde açıklamaktadır:

“Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garib halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle manası gizlenmiş. Mesela “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (as) onu öldürebilir, başka çare olamaz.” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek ancak semavî ve ulvi, hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur’aniyeye iktida (uyan) ve ittihat eden (Kur’an hakikatleriyle birleşen) bu İsevî dinidir ki Hazret-i İsa aleyhisselâmın nüzulü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.”16

Görüldüğü gibi Said Nursi, hadislerde Hz. İsa’nın gökten Allah’ın izniyle inip de Deccal’ı öldürmesinin, manevî olarak gerçekleşeceğini, Deccal temsil ettiği dinsiz mesleğin Hz. İsa’nın nüzulü ile öldürüleceğini bildirmektedir.

Beşinci Şuanın bir başka yerinde ise Hz. İsa’nın Deccal’ı hem şahsen öldüreceğini, hem de manevi olarak öldüreceğini dile getirerek aynı konuyu iki vecihle ele alır:

“Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek ancak hârika ve mu’cizatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki o zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hazret-i İsa aleyhisselâmdır.

İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa aleyhisselâmın kılıncı ile maktûl olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki o ruhanîler, din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek. Hattâ “Hazret-i İsa aleyhisselâm gelir. Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida eder, tabi olur.” diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-i Kur’aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.”17

Ayrıca Süfyan ve Mehdi ile ilgili hadislerin ifade ettikleri manayı birlikte açıklayan Said Nursi’ye göre, ahir zamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacaktır. Bunlardan birincisi nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi inkar edecek Süfyan namında müthiş bir şahıstır. Bu şahıs münafıkların başına geçecek ve İslam şeriatının tahribatına çalışacaktır. Ona karşı ise Al-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir nuranî zat da Al-i Beyt-i Nebevinin silsile-i nurânisine bağlanan ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecektir. Bu zat Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkanesini öldürüp dağıtacaktır.18

Buradaki izahlarda Said Nursî Mehdi’yi ehli velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek bir kimse olarak nitelendirirken Süfyan’ı bir şahs-ı manevi olarak nitelendirmektedir.

Bazı İnsanların Mehdi Olduklarını İddia Etmelerinin Sebepleri

Said Nursî’nin hadislerden çıkardığı anlamlara göre Mehdinin kim olduğunu çok az kimse bilecektir. Bu da imtihan sırrından dolayıdır. Bununla birlikte bazı kimselerin Mehdi olduklarını iddia ettikleri de görülmektedir. Said Nursi “Mehdi olacağım” diyen ve kendilerini Mehdi olarak kabul eden insanlarla kendisinin de karşılaştığını bildirmekte ve bunun sebebini izah etmektedir. Ona göre bu tür iddialarda bulunanlar, yalancı ve aldatıcı değillerdir. Ancak bu tür kimseler aldanan kimselerdir. Allah’ın isimlerine mazhariyet farklı farklı olduğu gibi, isimlere mazhariyetten ibaret olan velayet mertebeleri de farklı farklıdır. Burada kendisinin Mehdi olduğunu söyleyenler gerçek olan ile olmayanı birbirine karıştırmaktadır. Evliya makamlarından bazılarında Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunmaktadır. Bu makamın Kutb-u Azam’a bir nisbeti görünmektedir. Hz. Hızır’ın has bir münasebeti olduğu gibi bazı meşhurlarla ilişkili bazı makamlar da bulunmaktadır. Hızır, Üveys, Mehdiyet makamları bunlar arasında zikredilebilir. İşte o makama veya makamın bir küçük numunesine veya gölgesine girenler kendilerini o makamla münasebeti olan Hızır, Mehdi, Kutb-u Azam meşhur zatlar zannedebilmektedir. Bu durumda olanların hubb-u caha talip enaniyeti yoksa o halde mahkum olmaz. Onun haddinden fazla davaları şatahat sayılır, onunla belki mesul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u caha yönelse ve o kişi enaniyete mağlup olarak şükrü bırakıp fahre girerse, fahrden git gide gurura sukut eder veya hak yoldan sapar. Bunun sebebi de şudur: Bu durumdaki bir insan büyük evliyanın da kendisi gibi olduğunu düşünür, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur olsa da kendi kusurunu anlar. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu zanneder. Hatta peygamberler hakkında da hürmeti noksanlaşır. Bediüzzaman bu hale düşenlerin dikkat etmeleri gereken hususları şöyle zikreder:

a. Mizan-ı şeriatı elde tutmalı
b. Usulü’d-din ulemasının düsturlarını kendine ölçü edinmeli
c. İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi evliyanın muhakkiklerinin talimatlarını rehber edinmeli.
d. Daima nefislerini itham etmeli
e. Kusur, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemeli.19

Hadislerde ahir zamanda geleceği bildirilen Hz. Mehdi’nin bir şahıs olacağı ve fesada uğramış alemi ıslah edeceğinden bahsedilmektedir. Said Nursi bu konuyu ele alırken Mehdi’yi hem şahıs hem de bir şahs-ı manevi olarak değerlendirmektedir. Zamanın cemaat zamanı olmasından dolayı Mehdi’nin şahıs olarak çıkmasının yani bir şahs-ı maneviyi temsil etmemesinin muhalif bir cemaatin şahs-ı manevisine karşı mağlup olmasına vesile olacağı dile getirilen ve Mehdi meselesinin sırrının izahını talep eden bir soruya verdiği cevapta Mehdi’nin şahıs olarak geleceğini ispat etmeye çalışmıştır.

Ona göre Cenab-ı Hakkın ümmetin fesada gittiği zamanlarda “muslih, müceddit, halife-i zişan, kutb-u azam, mürşid-i ekmel, bir nevi mehdi hükmünde mübarek zatlar” göndererek fesadı izale etmesi, milleti ıslah etmesi ve dini muhafaza etmesi Allah’ın adetidir. Bu yüzden böyle bir adeti bulunan Yüce Allah’ın ahir zamanın en büyük fesadı zamanında “en büyük müçtehid, en büyük bir müceddid, hakim, mehdi, mürşid ve kutb-u azam” gibi niteliklere sahip olan bir zat-ı nuraniyi göndereceğini ve o zatın da Ehl-i Beyt-i Nebevi’den olacağını bildirmektedir.20

Mehdi’nin Misyonunu Yerine Getirmesinin Delilleri

Hadislerde kısa sürede ıslah edeceği bildirilen Mehdi’nin bu işleri nasıl yapacağıyla ilgili de bazı deliller ileri süren Said Nursi şöyle der:

“Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyet’in ebediyyetine bir eseri himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişân veya bir kutb-u a’zâm veya bir müşid-i ekmel ve yahud bir nevi mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izâle edip milleti ıslâh etmiş ve dini Ahmediyi (asm) muhafaza etmiştir. Madem adeti öyle cereyan ediyor, ahir zamanın en büyük fesadı zamanında elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddit, em hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u az’âm olarak bir zat-ı nurâniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenâb-ı Hak, bir dakika zarfında beynes-semâ ve’l-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icat eden Kadir-i Zülcelâl, Mehdi ile de alem-i İslâm’ın zulümatını dağıtabilir. Ve vadetmiştir, vâdini elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiyye noktasında bakılsa gâyet kolaydır. Eğer daire-i esbâb ve hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse yine o kadar makul ve vukua lâyıktır ki eğer Muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi her halde öyle olmak lâzımdır ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder.”21

Görüldüğü gibi Nursi hadislerde zikredilen Mehdi ile ilgili hususların Allah’ın vaadi olduğunu ve O’nun bu vaadi gerçekleştireceğini bildirmekte, onu bir şahıs olarak gönderip kısa sürede alemi ıslah edecek bir özelliğe sahip kılınabileceğini bildirmektedir.”22

Mehdî ordusu mecaz anlam ifade ediyor

Said Nursi bunların muazzam bir ordu teşkil edecek kadar çok olduğunu, ittifak etmeleri halinde hiçbir milletin ordusunun onlara karşı dayanamayacağını ve bu ordunun Hz. Mehdi’nin en has ordusu olduğunu söyler. Seyyidler ordusunun milyonlardan fazla olduğunu dile getiren Nursi bu orduyu “mütenebbih, kalpler imanlı ve nebevî muhabbetle dolu, cihandeğer şeref-i intisabıyla serfiraz” olarak nitelendirir. Ona göre böyle bir cemaat-i azime içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hadisat-ı azime vücuda gelmektedir. Hz. Mehdi’nin bunların başına geçerek hak ve hakikat yoluna sevk edeceğini de söyleyen Said Nursi böyle olmasını –kıştan sonra baharın gelmesi gibi– adetullah ve ilahi rahmetten beklediğini ve bunda da haklı olduğunu ifade etmektedir.23

Said Nursî, Allah’ın Hz. Mehdi’yi göndermeye muktedir olduğunu ve onun özelliklerini zikrettikten sonra, Hz. Mehdi’nin “cemiyet-i nuraniyesi” ifadesini de kullanmaktadır. Ona göre bu cemiyet-i nuraniye, Süfyan komitesinin bid’akarane rejimininin tahribatlarını tamir edecektir. Yani İslam aleminde risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkar niyetiyle şeriatı tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hz. Mehdi’nin cemiyetinin mu’cizekar manevi kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacaktır.24

Nursi “Mehdi’nin ordusu” tabirini mecazen kullanmakta ve ordunun Mehdi’nin cemiyeti olduğunu bildirmektedir. Zaten Süfyan komitesinin dağıtılması ve öldürülmesi de “mucizekar manevi kılınç” ile olacaktır. O halde Nursi, Mehdi-Süfyan mücadelesinin maddî değil manevî olduğunu ifade etmektedir. Onun medenilere galip gelmenin ikna ile olacağını, söz anlamayan vahşiler gibi icbarla olamayacağını dile getirmesini de bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Onun açıklamalarına göre tahribat manevi olduğu için tamir de manevi olacaktır.

Nursi, Hz. Mehdi’nin bir şahıs olduğunu bildirmekle birlikte onun ifsad olmuş toplumu ıslah görevini tek başına değil “seyyidler ordusu” diye isimlendirdiği cemiyetiyle yapacağına dikkat çekmektedir. Nursi’nin Mehdi’nin tek başına kısa bir süre içinde alemi ıslah edeceğiyle ilgili hadislere getirdiği bu yorum, ıslahın darü’l-hikmet olan dünyadaki ilahi kanunlara uygun olacağı anlamını ifade etmektedir. Yoksa Mehdi tek başına çıkıp kısa bir süre içinde alemi ıslah edecek olsa o zaman insanlar hemen onun Mehdi olduğunu anlayıp ister istemez Allah’a yönelirler. Bu durumda insanın iradesine bir fırsat tanınmamış olacağından imtihan sırrı da bozulmuş olur.

O halde bu tür hadisleri müteşabih hadisler nevinden düşünmek suretiyle tevile tabi tutmak gerekir. Nursi, Mehdi’nin temsil ettiği kudsi cemaatin şahs-ı manevisinin üç vazifesi olduğunu ve kıyamet kopmadığı, insanlık bütün bütün yoldan çıkmadığı takdirde o vazifeleri cemiyetinin ve seyyidler cemaatinin yapacağını bildirir.

Görüldüğü gibi burada da ıslah görevini yapacak olanın bir şahıs değil “kudsi cemaatin şahs-ı manevisi”, “cemiyet ve seyyidler cemaati” olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu şahs-ı manevi üç önemli görevi yerine getirecektir: Bunlardan birincisi fen ve felsefeyi, maddiyyun (materyalizm) fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmak, ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmektir. Bu vazife dünyayı ve her şeyi bırakmak, çok zaman tetkikatla meşguliyeti gerektirdiğinden Hz. Mehdi’nin o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade etmez. Çünkü Hilafet-i Muhammediye (asm) cihetindeki saltanatı onunla iştigale vakit bırakmıyor. O vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat da o taifenin uzun tasdikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak ve onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinat ettiği kuvvet ve manevi ordusu yalnız ihlas, sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım talebelerdir. Ne kadar da az olsalar manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. Buna göre birinci vazifeyi Mehdi’den önce “bir taife” yapacak, o taifenin yazdıkları eser ise Mehdi’nin programı olacaktır. Buna “ihlas, sadakat ve tesanüd” sıfatlarına sahip olan bir kısım talebeler olarak nitelendirilen bir komisyonun ortaya çıkaracağı eser Mehdi’nin programı olacaktır. Nursi’ye göre Mehdi’nin ikinci vazifesi de Hilafet-i Muhammediye (asm) ünvanıyla “şeair-i İslamiye’yi ihya” etmektir. İslam dünyasının birliğini dayanak noktası yapıp beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gadab-ı ilahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin dayanak noktası ve hadimleri milyonlarla efradı bulunan ordulardır.25

Mehdi’nin bu ikinci vazifesi birkaç unsuru barındırmaktadır: Bunlar da şeairi ihya, İslam dünyasının birliğini dayanak yapmak, beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve Allah’ın gazabından kurtarmaktır.

Mehdi’nin üçüncü vazifesinin ise şeriatla ilgili olduğu anlaşılmaktadır: “İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’aniye’nin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (asm) kanunları bir derece tatile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslam’ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-yi uzmayı yapmaya çalışır.”

Bu vazife şeriatın kanunlarının tatbikiyle ilgili bir görevdir. Ancak bunun için de müminlerin manevî yardımları, ittihad-ı İslam’ın yardımı, bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Ehl-i Beyt’ten milyonlar seyyidlerin iltihakıyla ancak yapılabilir. Nursi bu görevle ilgili “yapmaya çalışır” ifadesini kullanmaktadır. Yani bu görevi yerine getirmek için bu şartlar tahakkuk ettiğinde çaba gösterileceğini bildirir. Zaten müminler de bu çabayla mükelleftir. Muvaffak edip etmemek de Allah’ın vazifesidir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Said Nursî, bir çok kişinin anlamakta zorluk çektiği kıyamet alametleri ile ilgili hadisleri ortaya koyduğu metodolojiye göre yorumlamıştır. Buna göre konuyla ilgili hadisler, müteşabih hadislerdir. Bu hadislerde insanın aklına kapı açacak ama insanın iradesini elinden almayacak ve imtihan sırrını bozmayacak bir üslup kullanılmış, meydana gelecek hadiseler kinaye yoluyla anlatılmıştır. Bu yüzden kıyamet alametleri ile ilgili hadisleri kelimelerinin zahirine bakarak olduğu gibi aktarmak, insanların zihinlerinde bir çok tereddütlerin oluşmasına sebep olabilir.


1. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (İstanbul: Çeltüt Matbaası, 1959), 316.
2. Nursi, Sözler, 316.
3. Nursi, Sözler, 316.
4. Nursi, Sözler, 316.
5. Nursi, Sözler, 316-317
6. Nursi, Sözler, 317.
7. Nursi, Sözler, 317.
8. Nursi, Sözler, 317.
9. Said Nursî, Lem’alar, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 85.
10. Nursi, Sözler, 317
11. Nursi, Sözler, 317.
12. Nursi, Sözler, 318.
13. Nursi, Sözler, 318.
14. Nursi, Sözler, 319.
15. Nursi, Sözler, 317.
16. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Çeltut Matbaası İstanbul, 1960, s. 489.
17. Nursi, Şualar, s. 493.
18. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), 90.
19. Nursi, Mektubat, 634
20. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat (İstanbul: Sinan Matbaası, 1960), 411.
21. Nursi, Mektubat,411-412
22. Nursi, Mektubat, 412.
23. Nursi, Mektubat, 412-413.
24. Nursi, Mektubat, 413.
25. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası I (İstanbul, Sinan Matbaası, 1959), 259.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.