İnsanız; etten ve kemikten oluşan, kalbimiz ve ruhumuzla hayat bulan varlıklarız. Taştan, demirden ve çelikten değiliz biz. Çocukluktan itibaren yaralarımız olur hep. Ayağımız takılır düşeriz, dizimiz yaralanır. Bir arkadaş taş atar, başımız yarılır, yaralanır. Ayağımıza diken batar, çivi batar, acı çektirir bize.
Düşe kalka, yara ala ala büyür insan. Yaralanırız yaralanmasına da bu yaralar hep sarılmak ister. Sarılmayan, bakılmayan yara kabuk bağlar ve insana büyük eziyet verir. Yaralanınca “kim yaramı saracak” diye bakarız etrafı.
Bir defasında hiç unutmam, -küçük çocuğum- arkadaşlarla mahallede oynarken, bir tahtanın üzerindeki çivi ayağıma battı. Bir çığlık attım. Tam da rahmetli Hatice ablamızın evinin yanı idi. Hemen koştu, ayağıma baktı ve geleneksel usullerle ayağıma soğanı ezerek koyup sardı. Evimiz biraz ileride idi, hadi eve git de annen sarsın yaranı demedi. Ne iyi insandı Hatice abla. Mekanı cennet olsun, Allah da onun ahirette yaralarını sarsın inşallah.
Yaralandığı zaman insan, yaraya üzülmez çoğu zaman. Yarasını saran olmayınca canı, yaranın acısından çok daha fazla acır, kalbinde, gönlünde görünmez yaralar açılır.
Büyüdükçe yaralar farklılaşır artık. Hastalıklar baş gösterir. Her hastalık bir yaradır, yaradan şikayetçi olmanın yaranın sarılmasına, şifasına katkısı hiç olmaz. Hele de yarayı veren Yaradan’dan şikayet etmek yaraların büyümesine, maddi yaralardan manevî yaralara geçilmesine sebep olur.
Sahi gittikçe artan hastalık yaralarımız nasıl sarılır? Kim sarar yaralarımızı, kim iyileştirir bizi?
Kemal Sayar, “Merhamet” isimli kitabında şu soruyu sorar: “İnsanın yarası aynı zamanda şifası olabilir mi? Ruhumuzun gövdesinde kanayan bir yara, gün gelir, bizi iyileştirebilir mi?”
“Dert yetmez mi derman sana” der kutlu insan. Öyleyse derdimiz dermanımız, hastalığımız şifamız olabilir.
Ama nasıl olacak bu? Dert nasıl derdime derman olacak? Hastalığım nasıl hastalığıma şifa olacak?
Derdi ve hastalığı vereni bulmaktır bunun sırrı. Çünkü yaralar, hastalıklar, dertler acizliğini, zayıflığını hatırlatır insana. Acizliğini, zayıflığını, güçsüzlüğünü fark etmek, kulluğun özüdür. İnsan yaralıyken, hasta iken, dertli iken bütün bunların bir sınav olduğunu, Rahmanî bir ihtar olduğunu idrak eder.
Çoban taşı atar belirlenen sınırlı aşan koyunlara. Koyunlar yanlışı anlar, hemen kendilerine belirlenen alana dönerler. İnsan koyundan geri olabilir mi? Elbette olamaz. Başına gelen bir musibet taşının bir ikaz, ihtar olduğunu fark eder hemen. O zaman Rabbine döner. Yani derdi verene, hastalığını fani bedenimizde bir süreliğine misafir eden Şafi olan Allah’a yönelir.
Bir de bakar ki, yara derinde imiş meğer. Musibet ve hastalık manevi imiş ve hayatını İslamdan uzak bir şekilde yaşamasına sebep oluyormuş. Hemen yaranın, derdin ve hastalığın açtığı kapıdan maneviyat dünyasına girer ve ne kadar hastalıklı olduğunu anlar. Yarasını maneviyata yönelerek sarmaya, namazlarını kılmaya, günahlarından tövbe etmeye başlar. Yarası, hastalığı, derdi manevî bir şifanın kapısını aralar.
Çünkü derdi vereni bulmuştur, artık bela ve hastalık bela olmaktan çıkar, o zaman belanın, derdin ve musibetin yüzüne güler. Hastalıktan şikayetçi olmak bir tarafa, hem sabreden hem de kendisinin manevi şifa bulmasına sebep olduğu için de bu hastalık, yara ve dert nimetine şükreder. Maddi hastalık maneviyat kapılarının açılmasına sebep olduğu için de artık hastalık olmaktan çıkar, Said Nursi’nin orijinal ifadesiyle bir ihsan-ı ilahi olur.
Köşker sevdiği gönü, yani deriyi yere çalarmış. Çünkü deri yere çalındıkça yumuşar ve ayakkabı olmaya uygun hale gelir. Rabbimiz de bizi olgunlaştırmak, yüzümüzü maddiyattan maneviyata çevirmek için dertler, musibetler verir, yaralar açar. İnsan akıllıdır, bu yüzden anlar asıl amacı. Anlamayanlar da olur tabii. Sınav bu. Kimisi kalır, kimisi geçer. Geçenlerden olmayı dileyelim ve bunun için de çabalayalım.