1965 yılı seçimleri ile birlikte ülkede nispeten daha rahat bir ortam yaşanmaya başlandı. Ancak bunu fırsat bilen iç ve dış mihraklar, bu yıllardan itibaren bazı terör örgütlerini kurup destekleyerek ve finanse ederek, ülkeyi yeniden bir kaos ve kargaşa ortamına sürüklemeye çalıştı. Bu olaylar özellikle 60’lı yılların sonlarında artmaya ve gündemde önemli bir yer işgal etmeye başladı.
Bu yıllarda Türkiye’de aralarında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakkaya ve Ulaş Bardakçı gibi isimlerin bulunduğu ve Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen, kendilerini ‘’68’ler Kuşağı’’ olarak isimlendiren aşırı solcu bir grup öne çıktı. Bu gruba mensup teröristler birçok terör olayı gerçekleştirerek toplumda büyük bir gerginlik meydana getirmeye başladılar. 1971 yılında demokratik olarak seçilen hükümete karşı verilen muhtıranın ardından kurulan hükümetlerin döneminde de anarşi ve kaos ortamı tırmandırılmaya devam edildi.
12 Mart Muhtırası ile başlayıp 12 Eylül Darbesine kadar devam eden dokuz yıllık süre içinde Türkiye’de 10 tane hükümet kuruldu. Bu istikrarsız dönemde ekonomik olarak çok büyük kayıplar yaşandığı gibi, ülkenin huzur ve güvenliği açısından bu dönem birçok siyasetçi tarafından ‘’Kayıp Yıllar’’ olarak adlandırıldı. Çok sayıda terör örgütü ortalığı adeta bir savaş alanına çevirmeye başladı.
Bu yılların en önemli karakteristik özelliği ‘’Sağ-Sol’’ çatışmalarının neredeyse bütün ülkeye yayılması şeklinde ifade edilebilir. Çatışmanın olmadığı ve bu olaylar sonucu hayatını kaybeden insanların bulunmadığı bir gün neredeyse yoktu. Büyük şehirler başta olmak üzere, Türkiye’nin birçok şehrinde ideolojik cinayetler ve karanlık örgütlerin sahne aldığı toplumsal olaylar bütün ülkeyi adeta esir aldı. Bu dönemde uzun yıllar Genel Kurmay Başkanlığı yapan ve daha sonra 12 Eylül Darbesi ile kendini Cumhurbaşkanı seçtirip toplam dokuz yıl süre ile bu görevde kalan Org. Kenan Evren, ‘’bu dönemde meydana gelen olaylara müdahale etmediklerini ve darbe için ortamın olgunlaşmasını beklediklerini’’ maalesef itiraf edecekti.
Bu yıllarda terör örgütleri tarafından ‘’kurtarılmış bölgeler’’ ve ‘’kurtarılmış mahalleler’’ oluşturulmaya çalışıldı. Kürt haklarını savunma iddiasıyla DDKD, KUK, KAWA ve DENGE KAWA gibi birçok örgüt bu dönemde sahneye çıktı. Bu örgütler doğu ve güneydoğu şehirleri başta olmak üzere bazı büyük şehirlerde eylemler gerçekleştirdiler.
İşte PKK böyle bir ortamda, 28 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır’ın Lice İlçesinin Fis köyünde Abdullah Öcalan başkanlığında 21 kişilik bir grup tarafından kuruldu. Marksist-Leninist bir ideolojiyi benimseyerek kurulan PKK’nın (Kürdistan İşçi Partisi) kurucuları arasında Abdullah Öcalan’ın yanı sıra Duran Kalkan, Cemil Bayık, Kesire Öcalan-Yıldırım (Abdullah Öcalan’ın 1978 yılında evlendiği, on yıl evli kaldığı eşi. MİT çalışanlarından Ali Yıldırım’ın kızı), Mehmet Hayri Durmuş (Diyarbakır Cezaevinde ölüm orucunda öldü), Mazlum Doğan (Diyarbakır Cezaevinde intihar etti), Ali Haydar Kaytan ve Sakine Cansız (2013'te Paris'te uğradığı suikast sonucu öldürüldü) gibi isimler bulunuyordu. PKK bu tarihten itibaren Sosyalist bir Kürt devleti kurmak amacıyla bazı eylemler gerçekleştirdi.
PKK esas gücüne, suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan 12 Eylül darbesinden sonra gözaltına alınıp Diyarbakır Askeri Cezaevine konan insanlara yapılan akıl almaz işkencelerin ardından kavuştu. Diyarbakır cezaevi bu akıl almaz işkenceler sebebiyle adeta PKK’ye militan yetiştiren bir okula dönüştü. Bu nedenle PKK ile ilgisi olmadığı halde hapishaneden tahliye olan bazı kişiler PKK’ye katılmak üzere dağa çıktı.
1972 yılında yapımına başlanan ve 1980 yılının Temmuz ayında açılan cezaevi, 12 Eylül Darbesinden sonra Askeri Cezaevine dönüştürüldü. Özellikle 5. Koğuşta yapılan ve insanları, insanlığından utandıran bu akıl almaz işkencelerin acı hatıraları ve oluşturduğu öfke ve düşmanlığın izlerine hala birçok yerde rastlamak mümkündür. Bu cezaevinden birçok kişinin (otuzu aşkın kişi) cenazesi çıktı ve birçok insan da akli dengesini kaybettikten sonra salıverildi. Bu şekilde yapılan anti demokratik darbelerin en büyük katkıları da bu işkenceler sonucu terör örgütlerinin güçlenmesi şeklinde ortaya çıktı.
Bu işkencelere sahne olan Diyarbakır Cezaevi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla müze olması amacıyla boşaltıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığına devredilen cezaevinde ‘’Barış ve Kardeşlik Müzesi’’ olması için restorasyon ve diğer çalışmalar devam ediyor. Ulucanlar ve Sinop cezaevlerinde olduğu gibi Diyarbakır Cezaevi için de bu çalışmaların en kısa sürede tamamlanmasını temenni ediyoruz.
**********
PKK Militanlarından 12 Eylül darbesinden sonra yurt dışına kaçabilenler Avrupa ülkeleri ve özellikle Suriye’ye gitti. Abdullah Öcalan da daha önceleri Suriye’ye gitmiş ve Esad ailesinin himayesi ve yardımı ile Şam’a yerleşmişti. PKK mensupları, Suriye’den kendilerine katılanlar ile birlikte Lübnan’a ait Bekaa Vadisinde kurulan kamplarda eğitim almaya başladılar. Bekaa Vadisi her ne kadar Lübnan’a ait olsa bile buradaki denetim ve yönetim bütünüyle başka ülke ve örgütlerin kontrolü altındaydı. Bu kamplarda, birçok örgüt ve istihbarat teşkilatları ile birlikte ve onların kontrolü altında uzun yıllar silahlı ve ideolojik eğitim ve çalışmalara devam edildi. Bekaa Vadisinde çok sayıda örgüte ait kamplar bulunuyordu. Ermeni Terör Örgütü ASALA, DHKP-C ve MLKP de, Bekaa Vadisinde kampları bulunan örgütler arasındaydı.
Bekaa Vadisinde yeterli sayıya ve eğitim düzeyine ulaştığına inanan PKK, 15 Temmuz 1984 tarihinde eş zamanlı olarak Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli İlçelerinde iki eylem gerçekleştirmiş ve böyleye kırk bir yıl kadar bir süre ile devam edecek yeni bir silahlı eylem dönemi başlamıştır. Bu kırk bir yıllık süre boyunca zaman zaman ateşkesler ilan edilmiş ve silahlar susturulmuştur. Ancak kesintili de olsa devam eden bu yıllar boyunca maddi ve manevi çok büyük kayıplar meydana geldi. 1993 yılında silahsız ve sivil bir şekilde acemi birliklerinden usta birliğine otobüsle götürülen 33 er, 24 Mayıs 1993 tarihinde Elazığ-Bingöl karayolunda pusuya düşürülerek kırsal kesime götürülmüş ve bunların kurşuna dizilerek şehid edilmesiyle birlikte bu ateşkes dönemlerinden birisi daha sona ermiştir.
1998 yılında Türkiye, Şam’da bulunan Abdullah Öcalan’ın sınırdışı edilmesi için Suriye hükümeti nezdindeki baskılarını artırdı. Bu baskıların artması ve savaş riskinin ortaya çıkması sonucu Suriye hükümeti Öcalan’ı 9 Ekim 1998'de sınır dışı etti. Sırasıyla gidilen ve sığınma talebinde bulunulan Yunanistan, Rusya, İtalya ve Tacikistan gibi ülkeler bu talebe olumsuz cevap verdi. En son gidilen Kenya’nın Başkenti Nairobi Havaalanı’nda yapılan gizli bir operasyonla yakalanarak Türkiye’ye getirildi.
İmralı adasında kurşun geçirmez cam kafesin ardından yapılan duruşmalar sonucu Abdullah Öcalan hakkında idam kararı verildi. Öcalan duruşmalara katılan asker ve polis ailelerinden özür diledi ve kendisine imkân verilmesi halinde Kürt sorununun çözümü için çalışmaya hazır olduğunu söyledi. Verilen idam kararı, Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde Türkiye'de idam cezasının kaldırılması nedeniyle müebbet hapis cezasına dönüştürüldü. Abdullah Öcalan 27 yıldır kendisi için hapishaneye dönüştürülen İmralı adasında yaşamaya devam ediyor.
Örgüt 2005 yılından itibaren Marksist-Leninist ideolojiyi terk ettiğini ve ‘’Demokratik Konfederalizm’’ ile yoluna devam edeceğini açıkladı. Bu görüş, konfederasyon özelliklerine sahip, devletsiz bir topluma dayanan siyasi bir paradigma (model) olarak ifade edilmektedir.
**********