Üstad Hazretlerinin en uzun süre ile İstanbul’da kaldığı dönem, Rusya’daki esaretinin ardından 1918 yılının Haziran ayında bu şehre gelmesi ile başlamıştır. 1922 yılının Kasım ayına kadar devam eden bu dönemde, İstanbul’da dört buçuk yıl kadar ikamet etmiştir.
Bu dönem, Osmanlı ve İslam tarihi için çok acı olayların bir sağanak gibi yaşandığı yıllardır. Neredeyse bütün İslam âlemi işgal altındadır. Avrupa zalimleri ve Asya münafıkları el ele vermiş, Müslümanların yaşadıkları bütün coğrafyaya fitne ve fesat tohumları ekmeye başlamışlardır.
Yerli ve yabancı Lawrance’lar, büyük bir gayret ve iştiyak ile Müslümanları birbirlerine kırdırmak ve dinlerinden uzaklaştırmak için çalışmalarına büyük bir hız vermişlerdir. En büyük hedefleri ise, "tesbihin imamesi" vazifesini gören Osmanlı İmparatorluğuna öldürücü darbeyi vurmak, "Hilafet" kurumunu tamamen ortadan kaldırıp İslam âlemini başsız bırakarak parçalamak, kolay yutulur lokmalar haline getirmektir.
İslam âleminde böyle dehşetli senaryoların sahneye konduğu bir dönemde esaretten kurtulup İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, "Dar-ül Hikmet-il İslamiye" azalığı için yapılan ısrarlı teklifleri, bu önemli konularda bazı çalışmalar yapabilmek ve çözüm için katkılarda bulunmak amacıyla kabul etmiş, "Müderrisler Cemiyeti’ne bu maksatla dâhil olmuştu.
İki yılı aşkın bir süre ile Çamlıca’daki Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde kalan Bediüzzaman Hazretleri, inziva ve uzlet içinde bulunabileceği bir ev arayışına girmiş ve eşi vefat etmiş bir dostunun Sarıyer Fıstıklı Bağlar Sokakta bulunan, ahşap ve denize nazır mütevazı bir evin üst katını kiralayarak zaman zaman burada kalmaya başlamış, adeta bir uzlet hayatı ile iç âleminde derin manevi muhasebeler, muhakemeler ve tefekkürler ile baş başa kalmıştır.
Bu dönemde Üstad Hazretlerinde Eski Said’ten Yeni Said’e dönüşüm sancıları artarak devam etmiş ve epeyce uzun süren bir dönemin ardından bambaşka bir hizmet metodu ve yepyeni bir tarz ile yoluna devam etmiştir. Faik, Celaleddin ve Akif kardeşlerimizin rehberliğinde ziyaret etme imkânı bulduğumuz bu binada, yaşanan bu büyük dönüşüm sürecinin manevi tesirini ve havasını teneffüs etmemek mümkün değil.
Eski Said’den Yeni Said’e doğru meydana gelen bu dönüşümün ilk kıvılcımları, iki seneyi aşan esaret döneminde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu esaret döneminin önemli bir kısmını bir Tatar Camii’nde ve genellikle tek başına geçiren Üstad Hazretleri, bu süre zarfında, kendi iç dünyasında çok önemli bir tefekkür ve muhasebe yapmak imkânına sahip olmuştur. Bu sürecin sonunda büyük zorluklarla ulaşabildiği İstanbul’da, kendisini bekleyen çok büyük ve önemli vazifeleri hakkıyla yerine getirmek için çok büyük gayretlerde bulunmuştur.
Fıstıklı Bağlar Sokaktaki bu eve Eski Said olarak giren Bediüzzaman Hazretleri, bu çok büyük, zorlu ve yorucu süreç ve dönüşümün ardından Yeni Said olarak çıkmış, kendisini bekleyen iman ehline, yeni bir tarz ve yeni bir anlayış ile yazacağı Risale-i Nur Külliyatını, kaderin sevki ile yazacağı günleri beklemeye başlamıştır. Aslında Mesnevi-i Nuriye’nin de önemli bir kısmı bu evde yazılmış, Risale-i Nur’un bir fidanlığı vazifesini görerek, ileriki zamanlarda neşv-ü nema bulacak eserlerin de habercisi olmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri İhtiyarlar Risalesi’nde, Sarıyer’deki bu eve gelişini anlatırken şu ifadeleri kullanmaktadır:
"İşte bu ihtar-ı Kur'ânîyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul'dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer'de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı Âzam (r.a.) Fütuhu'l-Gayb'ıyla bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) Mektubat'ıyla bir enîs, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvâkından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum, Allah'a şükrettim."
(26. Lem’a, 6. Rica)
Bediüzzaman Hazretleri yaşadığı bu dönüşüm sürecini 28. Mektup, 3. Risale, 3. Nokta’da da kısaca anlatmaktadır:
"Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gâfil kafasına müthiş tokatlar indi, (Ölüm haktır) kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî radıyallahü anhın Fütuhu'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı: (Sen dârü'l-hikmettesin; önce, kalbini tedavi edecek bir tabip ara.)
Aciptir ki, o vakit ben Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Hâlbuki en ziyade hasta bendim. Hasta evvelâ kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.
İşte, Hazret-i Şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın. Kendine bir tabip ara."
Ben dedim: "Sen tabibim ol." Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.
Fakat sonra, ameliyat-ı şifakârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaza ettim.
Sonra İmam-ı Rabbânî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe'ül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lâfzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman Eski Said'in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Hâlbuki Hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî'den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Hâlbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum."
Fıstıklı Bağlar Sokaktaki bu halvethanede Üstad Hazretleri bazı önemli eserlerini de kaleme almış, manevi mücahedesine hiç ara vermeden devam etmiştir. Bugünlerde Dar-ül Hikmet-il İslamiye’ye verdiği ikametgâh tezkeresinde adresini şu şekilde belirtmektedir:
“Sarıyer – Fıstıklı Bağlar Sokağında 8 numaralı ahşap binada oturmaktadır.”
(Son Devrin İslam Akademisi: Darü’l-Hikmet-i İslamiye, Sadık Albayrak)
İstanbul Müftülüğü’nün arşivine, Dar-ül Hikmet-il İslamiye’den intikal eden belgelerle Sadık Albayrak tarafından kaleme alınan "Son Devrin İslam Akademisi" eserindeki bilgilerden hareketle, eserde ifade edilen adresteki evi bulmak için Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in isteği üzerine Necmeddin Şahiner, bazı arkadaşları ile birlikte harekete geçmiş, evde ikamet edenlerin izni ile bu evi gezerek önemli bir ziyaret gerçekleştirmişti.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir dönem inziva mekânı olarak kullandığı Sarıyer’deki bu ahşap bina ile ilgili olarak, Risâle-i Nur talebelerinden İnebolulu Selahaddin Çelebi’nin aktardığı önemli bir hatıra bulunmaktadır:
“1952 senesinde Üstad İstanbul’da Akşehir Palas Oteli’nin üst katında kalıyordu. Güneşli bir sabahtı. Kendilerini ziyarete gitmiştim. Biraz sohbetten sonra bana: ‘Selahaddin, bugün kısmet olursa seninle eski ikametgâhlarımdan Sarıyer’e gidelim’ dedi.
“Sonra taksi tutarak Sarıyer’e gittik. Orada kahveciden o semtin en yaşlısını sorduk. Kahveci, muhtarın yaşlı bir insan olduğunu söyledi. Aradım ve nihayet yaşlı muhtarı buldum. Ona, Üstad Hazretleri otuz sene evvel bu semtte oturduğunu, şimdi evin nerede olduğunu sordum. Muhtar hemen hatırladı. Fıstıklı Bağlar semtinde yokuşun hemen sağ tarafında durduk. Kapıyı vurunca bir hanım açtı. Hanıma ‘Müsaade ederseniz Üstad evi ziyaret edecek, otuz sene evvel burada oturmuş’ dedik. Hanım da ‘Buyursunlar’ dedi. Üstadla beraber eve girdik, merdivenleri çıktık.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, A.Badıllı)
Bu evde deniz tarafındaki odaya giren Üstad, burada çok hislenerek dua eder. Bir müddet pencereden dışarıyı ve denizin maviliklerini seyreder ve Selahaddin Çelebi’ye dönerek şu ifadeleri kullanır: "Selahaddin, bu oda Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Fütuh-ul Gayb kitabıyla Eski Said’in Yeni Said’e inkılabına sahne olmuştur." Şimdi bu evin denize bakan tarafında yüksek apartmanlar yapıldığı için maalesef denizin maviliklerini buradan temaşa etmek imkânını bulamıyorsunuz.
Bu mütevazı ev daha sonraki yıllarda Mehmet Fırıncı Ağabey ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfının gayretleri ile satın alınmış ve manasına uygun bir şekilde döşenerek ders ve sohbetlere önemli bir mekân olma vazifesi görmeye başlamıştır. Haftanın bazı günlerinde bu mekânda yapılan Nur sohbetleri ile 1921 yılında burada yaşanan büyük dönüşümün ruhuna uygun bir şekilde, iman ve Kur’an hakikatleri asrın idrak ve anlayışına anlatılmaya devam edilmektedir.