Hazret-i İbrahim (AS), peygamberlik vazifesini tebliğ ederken, kimseden en ufak bir şey beklemez ve kalben dahi arzu etmezdi. Onun hareket ve hizmetlerinde, zerre miktar dünyevi bir kaygı ve menfaat bulaşmadan, Allah’ın emri olmasından ve tamamıyla İlahi rızayı kazanmaktan başka hiçbir arzu mevcut değildi. Rabb-i Kerim, işte bu önemli hususiyeti nedeniyle “Halilim” dediği Hazret-i İbrahim, Ulul-azm peygamberler arasındaki yerini almıştır.
Said Nursi Hazretleri, ahir zamanın dehşetli ve günahlarla kirlenmiş dünyasında, safiyetin ve samimiyetin büyük ölçüde bozulduğu, bir ehl-i keşf-ül kuburun müşahedesiyle kırk vefattan ancak bir iki kişinin iman ile terhis tezkeresini alabildiği, diğerlerinin büyük bir hasaret içinde azap çukurlarına yuvarlandığı bir hengâmede, Nur hizmetlerini “Haliliye Mesleği” olarak tanımlamakta ve Nur Talebelerine büyük, ulvi ve nurani bir hedefi göstermektedir.
Bu hedef, yapılacak bütün imani ve İslami hizmetlerin yalnız ve yalnız Allah rızası için yapılması ve başkaca hiçbir arzu ve maksadın, bu hizmetlere basamak yapılmaması şeklinde özetlenebilir. Böyle dehşetli bir zamanda insanlara tesir edebilmek, iman ve Kur’an hakikatlerinin kalplere ve akıllara doğruca ulaşarak ma’kes bulmasına vasıta olmak, ancak hiçbir şeye alet edilmemesi ile mümkün olacaktır.
İşte insanların teveccüh, alaka ve muhabbetlerini talep etmek, bunları hareketine bina etmek, hizmetine safiyetine büyük zarar verir. İhlas sırrı; şahsi, nefsi, maddi ve manevi hiçbir talebi kaldırmaz. Yapılan hizmetler, yalnız ve yalnız Allah rızası için yapılmalıdır. Hele hele insanların teveccüh ve alakası, nefsin enaniyetini kabartarak, bu büyük gayret ve hizmeti tamamen akamete uğratabilir.
Çünkü, “Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!’’ (Lem’alar, sayfa;153)
Aksi halde “hem dünya ve hem ahirette büyük bir zarara uğramak” kaçınılmaz hale gelebilir. Çünkü yapılan hizmetleri kalıcı, semeredar bir hale getirmenin yolu olan “ihlâs” hasletinden mahrum insanların yapacakları ve görünüşte çok büyük hacim ve değerlere ulaşabilen hizmetlerin, bir sabun köpüğünden farkı kalmayacak, büyük bir hayal kırıklığı ile yok olup gidecektir.
İman ve Kur’an yolunda yapılan çalışmaların mahiyetine ve bu yola revan olan insanların niyetlerine, “i’la-yı Kelimetullah” dışında bazı maksat ve gayeler arız olabilir. Bu hastalıklı bulaşma ve marazi hal, bu hizmet ve gayretin bütünü ile “hebaen mensuren” gitmesine yol açar ve bu şahısların maddi ve manevi açıdan hezimetleri ile neticelenir.
İslam Tarihinde bu elim ve dramatik vaziyetin ilginç bazı örneklerine rastlamak mümkündür. Uhud savaşında yaşanan Kuzman hadisesi, asırlar ötesinde yaşayan biz ahir zaman insanlarına ibret verici dersler içermektedir. Ahir zamanın dehşetli ve deccali fitnesi içinde, tehlike çok büyük boyutlara ulaşmış, hayatın her anını, hizmetin çok merhalelerini maalesef kirletmeye başlamıştır.
Peygamber Efendimiz (A.S.V.) ve Ashâb-ı Kirâm (radiyallahu anhüm ecmaîn) müşriklerle cihad etmek üzere Uhud’a çıktıkları zaman, Kuzman isminde bir şahıs onlara katılmamış ve Medine’de kalmıştı. Bunun üzerine bazı kadınlar, “savaş kaçkını” diyerek onu alaya almış ve bazı sohbetlerin konusu olmuştu. Kuzman bunu bir gurur meselesi haline getirmiş, hemen hazırlığını yaparak hışımla cepheye koşmuş ve ön saflarda yerini almıştı.
Kuzman, Uhud Savaşı’nda ilk oku atmış ve daha sonra da kılıcını çekerek herkesi hayran bırakan bir kahramanlık örneği sergilemeye başlamıştı. Bu durum birçok sahabenin dikkatini çekmiş ve bunlar tarafından da cesaret ve mücadelesini övülmeye başlanmıştı. Resul-ü Ekrem (A.S.V.) bu takdirler üzerine “O, ateş ehlindendir!” diye buyurmuş ve birçok kişi büyük bir şaşkınlığa uğramıştı.
Bu habere çok şaşıran sahabelerden bazıları Kuzman’ı takip etmeye başlamışlar ve O’nun yiğitliği ve cesareti karşısında da iyice hayrete düşmüşlerdi. Çünkü Müslümanların muvakkaten dağılıp geri çekildikleri bir sırada bile Kuzman kılıcının kınını kırmış, “Kaçmaktansa ölmeyi tercih ederim!” diye bağırarak ileri atılmış ve cesurca savaşırken derin bir de yara almıştı.
Onun bu haline şahit olan Sahabeler, “Ya Resûlallah (A.S.V.), az önce ateş ehlinden olduğunu söylediğiniz adam, büyük bir metanetle savaştı ve kahramanca öldü!” diye haber vermişler ve Resul-ü Ekrem (A.S.V.) yine “O Cehennemliktir!” diye buyurmuştu. Bu cevabı işiten Müslümanların bütün bütün hayrete kapıldığı bir sırada, o şahsın henüz ölmediği ancak ağır şekilde yaralandığı haberi getirilmişti.
Kuzman acılar içinde kıvranırken, Resul-ü Ekrem Efendimiz’in (A.S.V.) sözlerinden habersiz olan Katade bin Nu’man (R.A.) Kuzman’ın yanına gitmiş ve “Şehitlik sana mübarek olsun!” diye tebrikte bulunmuştu. Bunun üzerine, Kuzman, “Vallahi ben din için mücahede etmedim; kavmimin itibarı için savaştım!” diye mukabele etmiş ve daha sonra yarasının ıstırabına dayanamayarak kılıcının keskin tarafını göğsüne dayamış, üzerine yüklenmiş ve intihar etmişti.
Evet, bu hadisenin bir benzeri de Hayber Gazvesi’nde meydana gelmişti. Bunun üzerine Rehber-i Ekmel (A.S.V.) Efendimiz, halka şu hakikatin ilan edilmesini emir buyurmuştur: “Cennet’e ancak Allah’a gönülden teslim olmuş mü’minler girecektir. Şu kadar var ki, Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.”
Evet, Kuzman hadisesi çok ilginç olduğu kadar, ibret verici ve ders çıkarılması gereken bir hadisedir. Uhud savaşı gibi önemli bir hadisede, canını verebilecek kadar cesaretle savaşan bir insanın hazin akıbeti, ahir zamanın dehşetli şartlarında yaşayan biz müminler için büyük dersler ihtiva etmektedir.
Bu zamanın hizmet hareketlerinin alet edilmesi muhtemel çok sayıda faktörden bahsedebiliriz. Kuzman gibi kavminin itibarı için ölebilen insanlar mevcut olabileceği, ilahi memnuniyet ve rızayı, başka fani ve dünyevi maksatlarla da bulaştırmak her zaman ihtimal dâhilindedir. Maddi ihtiyaçların da şiddetlendiği ve arttığı böyle bir zamanda, bu ihtimali kuvvetlendirecek davranışlardan kaçınmalı, istiğna ve ihlas mesleğini esas yaparak, “göz açıp kapayıncaya kadar nefsimizle baş başa kalmamak için” Rabbimize iltica etmeliyiz.
Dünyevi maksat ve arızalarla kirlenmiş bazı çalışmalarda bulunmak her daim ihtimal dâhilinde olmakla birlikte, hiçbir şey Âlim-i Mutlak’ın malumatı haricine çıkamaz. İhlâs’ın ve İlahi memnuniyetin sırrı, yapılan hizmetin yalnız ve yalnız Allah rızası için yapılmasıdır. Hiçbir tevil ve gerekçe, bu büyük ve muhteşem ihlâs sırrına zarar vermemelidir.