Kurtuluş Savaşında ve Büyük Millet Meclisi’nde hâkim olan “dini atmosfer” Cumhuriyetin kuruluşunda da kendini bariz bir şekilde göstermektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçen beş yıllık devrede, Türkiye laik bir devlet değildir. Devletin dini, “din-i İslam’dır” hükmünün Anayasa’da bulunduğu bu dönemi ve bu tarihi gerçeği görmezden gelmenin veya saptırmanın mümkün olmadığı açıktır. O halde cumhuriyetimiz kendisini o güne getiren şartlara da uygun olarak “dindar ve İslami bir cumhuriyet” idi. İşte bu Cumhuriyet, Said Nursi’nin hürriyet, meşrutiyet ve cumhuriyet tahlilleri ile yapmış olduğu tanımlara da uygun görünmektedir.
1935 yılında 120 Nur Talebesi ile birlikte Isparta’dan Eskişehir’e nakledilen ve hakkında dava açılan Bediüzzaman, cumhuriyet hakkında görüşü sorulunca şu cevabı verir:
“Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.” Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.” Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
(Bediüzzaman Said Nursi, “Şualar” s.467, www.rne.com.tr)
Said Nursî’nin cumhuriyetle ilgili bu değerlendirmelerine dikkatle bakıldığında, cumhuriyetin kuruluş amacına nasıl hizmet edebileceği ve hangi özelliklere sahip olması gerektiği kolaylıkla fark edilebilir. Her şeyden önce o kendisini “dindar bir cumhuriyetçi” olarak tanıtmaktadır. Cumhuriyete taraftar olmanın Selef-i Salihine muhalefet anlamı taşımadığına işaret eden Said Nursi, bu konuda tereddüt gösteren bazı dindar insanların da bu tereddütlerine yer olmadığını gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.
Said Nursi, meşrutiyetle aynı kategoride gördüğü cumhuriyetin özelliklerini sayarken, “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvveti” vazgeçilmez özellikler olarak kabul etmektedir. Bunun yanında, “Cumhuriyetin fikir ve vicdan hürriyetini en geniş manasıyla tatbik ettiğini ve demokrasi kanunlarını içinde barındırdığını” ifade etmektedir. Bu açıklamalardan sonra, Said Nursi’nin “dindar cumhuriyet” anlayışının ana prensipleri de net bir şekilde ortaya çıkmış olmaktadır. Bu umdeler, cumhuriyetin dinin hükümleri ile paralellik içinde olduğunu da göstermektedir.
Cumhuriyetin sahip olması gereken ve olmazsa olmazlarından olan bu ana prensiplerine kısaca bakacak olursak, adaletin bu önemli prensiplerin başında geldiği görülmektedir. “Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz” anlamındaki ayet-i kerime, gerçek adaleti en güzel bir şekilde ifade etmektedir. Buna göre, toplum için ferdin feda edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya batırılması mümkün değildir. Hatta doksan dokuz caninin yanında bir masum dahi olsa, yine o masuma zulmedilip, onun yaşama hakkı elinden alınamaz. Cumhuriyetle idare edildiği iddia edilen bir ülkede, birkaç cani yüzünden bir köy yakılamaz. Eğer bu ana umdeler ihlal ediliyorsa, cumhuriyetin adalet prensibi işlemiyor demektir. Cumhuriyet dönemi boyunca, bu önemli prensibin defalarca ihlal edildiğinin sayısız örnekleri bulunmaktadır.
İkinci önemli prensip olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır. Kur’an’da iki ayet meşvereti teşvik etmektedir. (Şura/38, Al-i İmran/159) Meşveret, kendi zeminlerine göre önyargısız olarak yapılmalıdır. Önemli olan meşveret prensibini eksiksiz bir şekilde işler kılmaktır. Dindar bir cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefâ-i Râşidîn Döneminde, tıpkı Peygamberimiz (asm) zamanında olduğu gibi meşverete gerekli ehemmiyet verilmiştir. Ancak Emeviler’den başlamak üzere daha sonraki dönemlerden itibaren bu meşveret tam olarak yaşatılmadığı ve tek adam idarelerine geçildiği için, kendi başına buyruk idareciler çıkmıştır ve zulümler de eksik olmamıştır. Kur’an’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibinin, diktatörlük uygulamalarını kesinlikle engelleyici bir özellik taşımaktadır.
Bu sistemde fertler değil; kurullar, heyetler ve ehil meclisler yönetimde söz sahibi olur. Kişilerin ağızlarından çıkan asla kanun olarak kabul edilemez. Kanunlar, doğru yöntemlerle seçilmiş ve ehil üyelerden oluşan danışma organlarında alınan kararlarla ortaya çıkar. İdarecilerin görevi ise, o kanunları doğru ve eksiksiz bir şekilde uygulamaktır. Bu sebeple İslamiyet’in ve cumhuriyetin ruhuna ve manasına uygun olarak yapılan meşveret, keyfi idarenin de önünde en büyük bir engel olarak duracaktır.
Burada şu önemli hususu açık bir şekilde ifade etmekte yarar vardır: Cumhuriyetin önemli bir prensibi olan meşveretin, yani danışmanın toplumun bütün kesimlerinde ve kurullarında yerleştirilmesi gerekir. Meşveretin toplumsal altyapısı oluşturulup, en üst merciye çıkıncaya kadar bütün tabakalarda uygulanabilirliğini sağlamak gerekir. En küçük toplumsal kurum olan aileden başlayarak bu prensibin bir hayat tarzı haline getirilmesinin önemi, asla gözden uzak tutulmamalıdır. Bu şekilde ortak olarak alınan kararların uygulanabilirliğinin daha fazla olduğu ve toplum fertleri arasındaki dayanışmayı arttıracağı da bilinmektedir. Hazret-i Peygamberin (asm) meşveret edenin pişman olmayacağını bildirmesi bu açıdan önem arz etmekte ve evrensel bir özellik taşımaktadır.
Cumhuriyetin üçüncü prensibi de kuvvetin kanunda olmasıdır. Buna göre böyle bir sistemde kuvvetli olanlar haklı değil, haklı olanlar kuvvetlidir. Çünkü kanunlar haksızdan yana değil, haklı ve doğru olandan yana olacak şekilde hazırlanmaktadır. Bu sebeple burada haklı olanın üstünlüğünü ve rahatlığını görmek mümkündür. Bu prensip, adalet ve meşveret prensiplerini tamamlayıcı bir mahiyet taşımaktadır.
“Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur” diyen Bediüzzaman, yönetimin kanunlara istinat etmemesi halinde, o ülkede en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün birimlerde keyfilik ve istibdadın hüküm ferma olacağını belirtmektedir. Kuvvetin kanunda olmaması halinde, bazı yetkileri elinde bulunduran kişilerin bunları kendi şahsi çıkarları ve görüşleri doğrultusunda kullanarak, istibdatlarına alet edecekleri ve böylece baskı ve zulmün, salgın bir hastalık halinde yayılması kaçınılmaz olacaktır.
Cumhuriyetin dördüncü ve beşinci prensipleri de fikir ve vicdan hürriyeti ile demokratik kanunları içinde barındırmasıdır. Bunun için cumhuriyet idareleri demokrasiyi benimsemek, demokratik bir yapıya işlerlik kazandırmak zorundadır. Demokratik olmayan bir cumhuriyet tasavvur dahi edilmemelidir. 1950 yılına kadar ülkemizde uygulanan rejimin demokratik olmadığı gibi gerçek anlamda bir cumhuriyet yönetimi olduğunu söylemek de mümkün değildir. Demokrasi, insan haysiyetine uygun ve gerekli olan bütün hak ve hürriyetlerin kabul edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi, Allah’a kul olunan ve Allah’tan başka kimseye kul olunmayan bir sistem olarak kabul edilmeli ve bu şekilde uygulama sahasına konulmalıdır.
Bunun için zorla fikirlere ve vicdanlara kelepçe vurmak ve bunları baskı altına alarak engellemek, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz. İslam da bu esasları benimsemiştir. Bir fıtrat dini olan İslamiyet, insanlara baskı ve zulüm yapmayı kabul etmez. Allah insanların inanmaya zorlanmamasını istemektedir. (Bakara/256) Onlara bir irade hürriyeti vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen etmez. İsteyen mümin olur, isteyen kâfir. (Kehf/29) Bunun dışında farklı inançtan olan insanların da İslam’ın ruhuna uygun olan cumhuriyet sisteminde yaşama hakları vardır. Hangi inançtan olursa olsun, farklı düşünen insanların; hayatları da namusları da, dinleri de vergilerini vermeleri şartıyla koruma altına alınmıştır.