Bediüzzaman Hazretleri, Haliliye Mesleğini hayatının her safhasında fiilen göstermiştir. Bu önemli iman hizmetini, hiçbir dünya menfaati ve maddi karşılık için yapmadığı gibi, insanlardan herhangi bir manevi makam veya teveccüh de istememiştir. O kadar ki, kendisine getirilen ufak tefek bazı hediyeleri bile karşılığını vermeden kabul etmemiş ve hizmetinin safiyetine ve ihlâsına en küçük bir gölge bile düşürmemek için azami itina ve dikkat göstermiştir.
Kendisine gönderilen ve karşılıksız kabul ettiği bazı yemekler kendisini hasta etmiş, parasını eksik verdiği ve talebeleri tarafından üzeri tamamlanarak alınan ağrı kesici hap, boğazında kalmıştır. Kendisine getirilen hediyelerin karşılığını özellikle vermeye çalışmıştır. Din ehlinin en çok tenkit edildiği noktaların başında gelen bu hususta, Said Nursi Hazretlerine, hiç kimse diyecek bir şey bulamamıştır. Risale-i Nur’da ve hatıralarda bunun çok sayıda misali bulunmaktadır.
Nur hizmetinin, insanların aklında ve gönlünde meydana getirdiği ve dalga dalga büyüyen etkinin en önemli sebeplerinden birisi de "Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer" (Lem’alar, sayfa:23) sözlerinde ifadesini bulan manaların hayata ve hizmete yansıması ile buna gösterilen ve gösterilmesi gereken azami dikkat ve itinadır.
Risale-i Nur hizmetinin büyük başarısı ve cihanşümul inkişafının en büyük muharrik unsurunun ihlâs ve istiğna mesleği noktasında olduğuna şüphe yoktur. Bu durum dostların şevk ve heyecanını kamçıladığı gibi, düşmanların dahi itiraz ve muarazaya mecallerini büyük ölçüde engellemiştir.
Bediüzzaman, yaptığı bu büyük ve cihanşümul hizmete rağmen kendisini beğenmemiş ve kendisini beğenenleri de beğenmemiştir. Kendisine fazla teveccüh gösterenlerden ve büyük manevi makam verenlerden rahatsızlığını birçok şekilde ve farklı vesilelerle ifade etmiştir.
Kendisine yapılan ziyaretleri büyük ölçüde engellemeye çalışarak, fırsatını bulup ziyaret edenlerin nazarını da şahsından ziyade Risale-i Nur’a ve kitaba çevirmeye yoğun bir şekilde gayret etmiştir. Bundan dolayı da "Haliliye" mesleğinin en önemli özelliklerinden birisinin kitabi olmak ve manaya yoğunlaşmak olduğuna hiçbir şüphe yoktur.
Kitabı olmak, kitabi davranmak ve kitabi konuşmak, Risale-i Nur mesleğinin en önemli özelliklerinden birisi olmuştur. Bediüzzaman Risale-i Nur’da, hizmetin bütün esaslarını ve kaidelerini kitaba ve yazıya bağlayarak açıklamıştır. Haliliye mesleğinin mümtaz mensuplarından ve hakiki "halil"lerden Zübeyir Gündüzalp bu hususu, "sadırdan değil, satırdan konuşalım" şeklinde ifade etmiştir.
Üstad Said Nursi’nin bu dikkati ve istiğnası, hizmet hayatları boyunca, bütün talebeleri tarafından da prensip haline getirilmelidir. Bu önemli noktaya yeterince önem vermemek veya bunu gözden kaçırmak, çoğu zaman cemaat bünyesinde marazi bazı durumların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durum İslami bütün cemaat ve ekoller için de geçerlidir.
İslam’a hizmet eden cemaat ve ekollerde, öndeki şahıslara veya lider görünümünde olan kişilere gereğinden çok fazla olarak gösterilen hürmet ve yüceltme gayretleri, beraberinde büyük yanılgı ve hataları da getirebilecektir. Bu durum, şahısların ön plana çıkarak işin özünün, kitabın ve bilginin geride kalmasına ve gölgelenmesine yol açmaktadır.
"Hürmet" göstermek ile "kutsiyet" atfetmek arasındaki farkı asla göz ardı etmemek gerekir. Mürşide veya lidere "Kutsiyet" atfetme ve neredeyse her hareket ve sözünde bir keramet görmeye kadar gidebilen bu davranışlar, beraberinde büyük tehlikeleri de getirebilme potansiyeline sahiptir.
Şahıslar her zaman yanılabilir veya yanıltılabilirler. Her şahsın bazı zaafları ve korkuları olabilir. İhlâsa mani olabilecek nedenler sayılırken "havf" tabir edilen korku damarının da ifade edilmesi boşuna değildir. İnsanlar bu cihetle zayıf yaratılmışlarıdır.
Bu ifadeler yanlış anlaşılmamalıdır. Hayatlarını iman ve Kur’an hizmetlerine feda eden, bu yolda her türlü sıkıntıya hiç çekinmeden göğüs geren hizmet ehline, elbette gereken her türlü hürmet gösterilmelidir. Onların hizmetleri hayırla yad edilmeli, kendileri de hayatta kaldıkları müddetçe, herhangi bir yanlışlığa ve kabalığa asla muhatap edilmemelidirler.
Fakat imtihan sırrının kabir kapısına kadar devam ettiği, insanların bir zamanlar yaptıkları doğruların, kendilerinin akıbeti için bir garanti anlamına gelmediği hususu da göz önünde tutulmalı, söylenen her söz ve yapılan her icraat mutlaka şaşmaz ve aldatmaz olan Kur’an’i mihenge vurulmalıdır. Yukarıdaki ifadelerden anlaşılması gereken husus bu çerçeve içinde olmalıdır.
Peygamberler, bu noktada müstesnadır. Bunlar ilahi himaye ve hıfz altında bulunmaktadırlar. "İsmet" sıfatına sahip olan peygamberler, bu noktada herhangi bir şekilde "zelle" tabir edilen bir davranışta bulundukları zaman vahiy ile ikaz edilirler. "Zelle" de iyi olan, yanlış olmayan, fakat vahiy neticesinde daha iyisi ile değiştirilen söz veya davranışlara denir. Zelleyi "ala" olarak kabul edersek, vahiy ile yer değiştirdiği davranış ise "aliyül ala" olarak ifade edilmektedir.
Fakat diğer şahıslar, bu zaaf ve korkuları göz önüne alınmadan, mutlak itimat ve inkiyad ile kendilerine bağlanan cemaat ve grupları yanlış mecralara sevk edilebilirler. Uzak ve yakın tarihte bunun çok sayıda elim ve acı misalleri bulunmaktadır. Allah dilerse peygamber olmayan diğer bazı şahısları da koruyabilir. Onların da hata yapmalarını, rahmet ve keremiyle önleyebilir. Bu O’nun tasarrufundandır. Fakat hangi insanlar böyle bir ilahi iltifat veya himayeye mazhardır, onu bilmek elbette ki kolay değildir.
Ayrıca İslam gibi mukaddes ve her zaman ilgi ve itibar gören bir inanç mefkûresinin, yanlış bazı amaçlara ve şahsi çıkarlara da alet edilmesi mümkündür. Bir takım kişilerin de, perde gerisinde bulunan bazı art niyetli kişi veya komiteler tarafından kullanılması da söz konusu olabilir. Hatta bu şekilde kullanılan bazı insanlar, bunun farkında olmadan ve belki de mazur olarak hizmetlerine devam da edebilirler. Bu durum takipçileri için mazeret teşkil etmez ve beraberinde büyük bir mesuliyeti de getirir.
Cerbeze ile ifsadını saklayan ve suret-i haktan görünen birçok kişi de mevcut olabilir. Bu büyük tehlikeyi nazara alan Said Nursi Hazretleri, Nur Talebelerine bu konuda da şaşmaz ve şaşırtmaz bir ölçü bırakmıştır:
"Hiçbir müfsit, ‘Ben müfsidim’ demez; daima suret-i haktan görünür yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez ‘ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz, ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsat ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
(Münazarat, sayfa; 119)
Bediüzzaman Said Nursi gibi bir büyük âlim ve ihlâsın mücessem misali olan bir zat, kendisini ortaya koyarak büyük bir tehlike ile birlikte, önemli ve hayati bir noktaya işaret etmektedir. Bazen de nefis ve hissin karışması ile birlikte, insanlar kendilerini haklı görebilir, bazı safdil insanları ikna edebilir, samimi ikazlara kulak tıkayabilir ve kendilerini haklı görmek yanlışlığında ısrar edebilirler.
Hak ve hizmet ehlinin, imanlarından aldıkları basiret ve feraset ile hareket edip, söylenenleri şaşmaz ve yanılmaz hakikat mihengine vurarak, hareket tarzlarını ve rotalarını çizmeleri gerekir. "Evet, hak aldatmaz, hakikatbin aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın." (Mektubat, sayfa, 216-217)