Mesut Yılmaz başkanlığında kurulan ve 30 Haziran 1997 tarihinde güvenoyu alan hükümet, 11 Ocak 1999 tarihinde istifa etti. Aslında görevini de hakkıyla yapmıştı. Operasyonun birinci aşaması tamamlanmış, bu sefer de ikinci aşamaya geçilerek daha ileri hedeflerin gerçekleşmesine çalışılacaktı. Mesut Yılmaz’ın istifa etmesinden sonra bu yeni senaryo sahneye konmuştu. O da Cumhurbaşkanı Demirel tarafından, Sanayi Bakanı Yalım Erez’in hükümeti kurmakla görevlendirilmesi senaryosuydu. Hiçbir partinin Genel Başkanı değildi. Güvenoyu alacağına dair kamuoyuna bir angajman da yapılmamıştı. Gerçi TBMM’nde görev yapan herhangi bir milletvekilin Başbakan olarak atamak Cumhurbaşkanının Anayasal yetkileri arasındaydı. Meclis’ten istediği bir milletvekilini Başbakan olarak atayabilirdi. Ama öteden beri oluşan bir gelenek söz konusuydu. Cumhurbaşkanları, Başbakan ataması yaparken güvenoyu alabilme ihtimalinin kuvvetli olmasını hep göz önüne alırlardı. Burada yıllarca demokratlık edebiyatı yapan ve bu işin edebiyatını yaparken mangalda kül bırakmayan Süleyman Demirel, bu hususu nedense hiç göz önüne almamıştı. Bu görevlendirme belki de olağanüstü dönemin açık bir yansımasıydı.
Bu durum karşısında Tansu Çiller’in karşı bir atağı söz konusu oldu. Aslında Tansu Çiller, bu senaryolar karşısında ölümlerden ölüm beğenmişti. Burada, ya partisinden seçilip istifa eden bir milletvekilinin başbakanlığını kabul ederek partisinin elinden kaymasına çanak tutacak veya kendince ‘’ehven-üş şer’’ olarak telakki ettiği Bülent Ecevit’e Başbakanlık teklif ederek, Yalım Erez operasyonunu geri püskürtecekti. Tam da ‘’ kırk katır mı, kırk satır mı’’ durumu söz konusu idi. Daha önce partisinden istifa ettirilen bir şahsa hükümeti kurma görevinin verilmesini, kendisine karşı bir tezgâh olarak düşünmüş olacak ki, Ecevit’in azınlık hükümetini dışarıdan desteklemeyi tercih ederek, Hüsamettin Özkan vasıtasıyla Ecevit’e haber gönderdi.
Böylece Yalım Erez’in önü kesilmiş oldu. Mesut Yılmaz’da, ANAP olarak Bülent Ecevit’in başbakanlığını destekleyeceklerini açıklamıştı. Hükümeti kuramayacağını anlayan Yalım Erez, görevi iade etmek zorunda kaldı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel için de, değişen bir durum söz konusu olmayacaktı. Yalım Erez olmadı ama Bülent Ecevit, böylece güvenoyunu garantilemişti. Bunun üzerine Ecevit, hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ecevit, seçimden dördüncü parti olarak çıkmıştı ve sadece altmış bir milletvekiline sahipti. Fakat kendisinden daha fazla milletvekili çıkaran üç partiyi sollayarak Başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Bu durum bile 28 Şubat sürecinin anti demokratik yansımaları ile birlikte meclis zemininde ulaştığı başarının çok somut bir örneği idi.
Ecevit’in azınlık hükümeti döneminde Abdullah Öcalan, Kenya’da yakalanıp seçim hediyesi olarak Ecevit’e takdim edilince, kamuoyu nezdinde desteği büyük ölçüde arttı. Yükselen milliyetçilik rüzgârı da MHP’nin yelkenlerini şişiriyordu. Bu atmosfer ile 1999 seçimlerine gidildi. Fetullah Gülen ve örgütünün mensupları da, bu seçim döneminde büyük bir aşk ve gayret ile Ecevit ve partisini desteklemeye koyulmuşlardı. Çünkü Fetullah Gülen, hem Anasol-D hükümeti döneminde ve hem de bu partinin kurduğu azınlık hükümeti döneminde Bülent Ecevit ile çok yakın ilişkiler kurmuş ve adeta ‘’kanka’’ olmuşlardı. Hatta Ecevit’in ölümünden sonra Fetullah Gülen, ‘’eğer ahirette kendisine şefaat etme yetkisi verilecekse, şefaat edeceği ilk kişinin Bülent Ecevit olacağını’’ kamuoyuna ilan etmişti. Oysa aynı Bülent Ecevit’in, Refah Partisinden başörtülü olarak Milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın TBMM’nde yemin töreni esnasında başörtülü olarak yemin etmek üzere genel kurul salonuna geldiği sırada takındığı tavır, asla unutulmayacak bir şekilde hafızlara kazınmıştı.
Abdullah Öcalan’ı, seçimin stratejik bir hediyesi olarak Türkiye’ye gönderen ve böylece DSP’nin birinci parti olmasının yolunu açan ABD, bu hediyenin muhatabı olan Bülent Ecevit’i de ricacı olarak Fetullah Gülen’le görüştürmüş ve ABD’ye gelmesi için ikna etmişti. Fetullah Gülen de aynı dönemde ABD’ye gitmiş ve 15 Temmuz 2016 tarihinde bu millete ve seçilmiş hükümete vuracağı hain darbenin hazırlıklarına başlamıştı.
1999 seçimlerinde Bülent Ecevit’in liderliğindeki DSP, seçimlerden % 22 oy alarak birinci parti olarak çıktı. MHP’nin aldığı oy oranı %18, Refah Partisinin yerine kurulan Fazilet Partisi’nin oy oranı % 15,4, ANAP’ın oy oranı % 13 ve DYP’nin oy oranı ise % 12 olmuştu. Ecevit başkanlığındaki azınlık hükümetini destekleyen ANAP ve DYP, beraberce baraj sınırına inmeye devam ediyorlardı. Birbiriyle sürekli kavga eden iki lider Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz, bu kavganın bedelini çok ağır bir şekilde ödüyorlardı. Tansu Çiller başkanlığında ikinci seçimine giren DYP, oy oranını böylece % 27’den, % 12’ye kadar düşürmüştü. Bu düşüş trendi bundan sonra da devam edecekti. Fazilet Partisi de 28 Şubat Sürecinde, dik duramamanın ve tavizkar politikalarının bedelini çok ağır bir şekilde ödeyecekti. Burada da yüzde altılık bir oy kaybı söz konusu olmuştu.
1999 seçimleri sonucunda Bülent Ecevit Başkanlığında DSP, MHP ve ANAP hükümeti (ANASOL-M) hükümeti kuruldu. Seçimlerden önce DSP ve ANAP, seçim sonrasında birlikte hareket edeceklerini kamuoyuna deklere etmişlerdi. Koalisyon görüşmeleri olumlu bir mecrada devam ederken, hiç beklenmeyen bir gelişme oldu. DSP Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit, MHP’yi suçlayan çok sert bir açıklama yapıyor ve MHP’li gençlerin 12 Eylül öncesinde çok kan döktüklerini iddia ediyordu. Bu demeç, MHP çevrelerinde büyük bir tepki ile karşılandı. Koalisyon görüşmeleri bu noktadan sonra kesildi. Rahşan Hanım özür dilemediği sürece, görüşmelere tekrar başlamayacaklarını bizzat Genel Başkan Devlet Bahçeli açıkladı. Bu sırada Hüsamettin Özkan yeniden devreye girdi. Defalarca MHP Genel Merkezine gitti. Bahçeli ve diğer yetkililerle görüştü. Bahçeli’yi ve MHP’li yetkilileri ikna etti. Rahşan Ecevit özür dilemedi ama MHP koalisyon ortağı olarak hükümete katılmayı kabul etti. Mesut Yılmaz da MHP’nin ikna edilmesinde büyük gayret gösterdi.
Bu dönemde esas hafızalara kazınan olay ise, Bülent Ecevit’in, Meclis’teki yemin töreninde milletin seçtiği bir milletvekili olarak meclise gelen Merve Kavakçı’yı hedef alarak, Meclis Başkanından da izin almadan kürsüye gelip, hiçte nazik olmayan bir üslupla, çok asabi bir yüz ifadesi ve ses tonu ile söylemiş olduğu ‘’burası hiç kimsenin özel yaşam mekânı değildir. Burası devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar devletin kurallarına uymak zorundadırlar. Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz’’ sözleri idi. Yakın destekçisi MHP’nin, başörtülü olarak seçilen milletvekili Nesrin Ünal’a başını açtırması sonucu, Merve Kavakçı yalnız kalmış, yemin ettirilmemiş, milletle devletin kaynaşmasına vesile olabilecek büyük bir şans heba edilmiş, militarist düşüncede olanların ekmeğine bir kez daha yağ sürülmüştü. Başörtülü bir milletvekili adayını listelerine koyup halkın oylarıyla seçtiren ve mecliste yalnız bırakıp sahip çıkmayan Fazilet Partisinin bu teslimiyetçi tavrını da unutmamak gerekir. Ayrıca demokratik geleneğin temsilcisi olduğunu söyleyen DYP ile dört temayülü birleştirmekle övünen ANAP’ın da bu büyük haksızlığa rıza gösterir bir tavır içinde bulunmaları, ülkemizde gerçek demokrasinin yerleşmesi açısından bir kayıp olduğu da belirtilmelidir.
28 Şubat Sürecinde görev alan bütün hükümetler eliyle, çok büyük hak ihlallerine kapı açıldı. Hukuk kılıfına sokularak ve tamamen zorlama tevillerle çok sayıda insan mağdur edildi. Dini hassasiyetleri olan kesimlerin büyük bir ekseriyeti bu zulüm furyasından nasibini aldı. Belki burada bütün bu zulümleri sıralamamız mümkün olamayacak ama belki bir kısmını şu şekilde ifade etmek mümkündür:
1-Bu dönemde baskılara dayanamayan yaklaşık on bir bin öğretmen, mesleğinden ayrılmak zorunda kaldı.
2-3527 Öğretmenin işine son verildi.
3- 1997-2001 tarihleri arasında 11890 öğretmen hakkında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin cezası uygulandı. (memurluktan çıkarma hariç)
4-1997-2001 yılları arasında 33271 öğretmen hakkında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin soruşturması açıldı.
5- Bu dönemde1635 askeri personel YAŞ kararlarıyla meslekten ihraç edildi ve 2500 kişi ise emekliye sevk edildi.
6-Katsayı engeli nedeniyle 12 milyon 80 bin meslek lisesi öğrencisinin de istediği üniversitede eğitim görmesinin önüne geçilerek, milyonlarca genç insanın geleceğiyle oynandı.
7-On binlerce başörtülü öğrenci hakkında disiplin soruşturmaları açıldı ve bu öğrencilerden binlercesinin okudukları Fakülte ve Yüksekokullarla ilişkileri kesildi.
Bu sürecin dikkat çeken hususlarından birisi de, bütün siyasi hayatı boyunca din ve vicdan hürriyetini dilinden düşürmeyen söylemleri ile öne çıkan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, başörtüsü konusunda takındığı ve ısrarcısı olduğu garip, yanlış ve yasakçı tavırdı. Demirel, bu süreçte ‘’başını açmanın dinle bir alakası olmadığını, öğrencileri ikna etmek lazım’’ diyordu. Demirel, bu düşüncelerini daha sonraki yıllarda da devam ettirerek, katıldığı bir TV programında ‘’başörtülü olarak okumak isteyenlerin Arabistan’a gitmelerini’’ teklif etmişti. Süleyman Demirel, Habertürk TV’de katıldığı ‘’Basın Odası’’ adlı programda aynen şu ifadeleri kullanacaktı: ‘’Orası üniversite, oranın kuralları var. Danıştay, Anayasa Mahkemesi karar vermiş. İlle başı bağlı okumak istiyorsan, başı bağlı olarak okunabilen yerler var, oraya git. Arabistan'da falan öyle yerler vardır, oraya gidin, orada okuyun! Türkiye laiklikten vazgeçemez. Herkes aklını başına toplasın. Bu ülkenin halkı yüzde 99'u Müslüman diye, Müslümanlığı istismar ederek, bu milleti arkamıza düşürürüz diye düşünen varsa aldanıyor. Hem de çok aldanmaktadır. Cumhuriyet 5'inci neslini yetiştirmiştir ve bu nesil cumhuriyete sahip çıkmaktadır. Türban özgürlük falan değildir. Bu gericiliktir.’’ Demirel’in başörtüsü konusundaki yasakçı ve kabul edilmesi mümkün olmayan tavrı, ne yazık ki ölümüne kadar devam edecekti.
ANASOL-M hükümetinin kayda değer bir icraatından söz etmek mümkün değildir. Bütün haber bültenleri Başbakan Ecevit’in hastalığına yoğunlaşmıştı, Bakanlar Kurulu aylar geçtiği halde toplanamıyordu. Böyle bir ortamda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ani bir kararıyla, erken seçim için düğmeye basıldı. Bu arada Siirt’te okuduğu bir şiir nedeniyle hapis cezasına çarptırılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Recep Tayip Erdoğan, Fazilet Partisinin kapatılmasından sonra arkadaşları Abdullah Gül ve Bülent Arınç ile birlikte hareket ederek ‘’Milli Görüş gömleğini’’ çıkardıklarını söyleyerek bu ekip ile yollarını ayırmışlar ve yeni bir partinin kurulması çalışmalarına başlamışlardı. Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) böyle bir ortamda kuruldu. DSP, MHP ve ANAP, bu koalisyon hükümetleri döneminde hiçbir beklentiye cevap veremeyerek halk nezdindeki itibarlarını büyük ölçüde kaybetmişler ve çok yıpranmışlardı. CHP’nin de millet vicdanında, halka tepeden bakan politikalarla ciddi bir alternatif olma şansı yoktu. İşin ilginç tarafı DYP, altı yıl boyunca muhalefette olduğu halde ciddi hiçbir çalışma yapmamış ve alternatif olabilme iradesini ortaya koyamamıştı. Bu seçim Tansu Çiller başkanlığında girilecek üçüncü ve sonuncu seçim olacaktı.
Böyle bir kaht-ı rical döneminde Ak Parti, genç ve dinamik bir görüntü vermesiyle birlikte, halk katmanlarının anlayacağı söylem ve yeni yüzleri ile bir umut olarak görünmeye başladı. Recep Tayip Erdoğan’ın geçirdiği hapis dönemi kendisine yaramış, daha çok ekonomi ağırlıklı söylemleri ve ikna edici duruşları ile Ak Parti’nin yelkenleri şişmeye başlamıştı. Bu seçim sonuçları, belki de çok partili siyasi hayata geçişten sonra, alınan en enteresan seçim sonuçları oldu. Ak Parti, bu seçimde rakiplerinin zaafından kaynaklanan ve kendisinden yana olan konjuktürü çok iyi değerlendirdi ve %34,4 oy alarak tek başına iktidara geldi. Bugüne kadar, bu kadar düşük bir oy oranı ile en fazla milletvekili çıkaran ilk parti olarak, 363 milletvekilini meclise taşımayı başardı. CHP, gene şaşırtmadı ve % 19,4 ile 177 milletvekili çıkardı. Bu meclisin bir başka özelliği ise, en düşük temsil oranına sahip meclis olmasıydı. Halkın iradesini ancak % 53 kadarı meclise yansıyabildi. % 47 oy oranına sahip diğer partiler ise, % 10’luk ülke barajını aşamadıkları için meclis dışında kaldılar.
3 Kasım 2002 seçimlerinin en trajik sonucunu DYP aldı. % 9.6’lık oy oranı ile baraj altı kalan DYP, böylece barajla uğraşan bir parti konumuna düşerek, halktan çok ciddi bir ikaz aldı. Tabi, bu ikazın ne kadar dinlenip dinlenmediği, bir sonraki seçimde belli olacaktı. 1999 seçimlerinin birinci partisi olan DSP, bu seçimlerde adeta silindi ve % 1 civarında bir oy alabildi. ANASOL-M hükümetinin ikinci ortağı MHP, ise oylarının yarısından fazlasını kaybederek, ancak % 8,2’lik bir orana ulaşabildi. Üçüncü ortak ANAP ise, oylarının üçte ikilik bir kısmını kaybederek ancak % 5 kadar bir destek görebildi.
Kim ne derse desin, bu seçim sonuçları bütün partiler için dersler doluydu. 28 Şubat sürecinin icraatlarının çok iyi bir takipçisi olan ANASOL-M hükümetini oluşturan partiler, halk tarafından adeta silindi. 1999 seçimlerinde toplam % 55’lik bir halk desteğine ulaşan bu üç parti, bu seçimde hep beraber ancak % 15’lik bir orana ulaşabildiler ve üçü de baraj altında kaldı. Bu sonuç, halk tarafından, 28 Şubat uygulamalarına verilmiş çok açık bir ‘’reddiye’’ idi. Hukuk dışı icraatların gönüllü uygulayıcıları, çok büyük bir tokat yemişlerdi. Bu süreçte gerekli demokratik refleksi ortaya koyamayan DYP ise, barajın hemen altında kalarak çok ciddi bir şekilde ikaz edilmişti.
2002 yılının Kasım ayı ile başlayan yeni dönemde, mesajlarla yüklü seçim sonuçları partiler tarafından nasıl bir değerlendirmeye tabi olacak ve ne gibi dersler çıkarılacaktı? Devlet Bahçeli, bu sonuçlar üzerine MHP Genel Başkalığından ayrılmışsa da, sonraki günlerde yapılan teklifler üzerine yeniden Genel Başkanlığa döndü. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, aktif siyasetten çekildiğini açıkladı. Tansu Çiller ise, bu sonuçlar üzerine, hem DYP Genel Başkanlığından, hem de aktif siyasetten çekilme kararı aldı.
28 Şubat Post Modern darbesi, kaderin garip bir cilvesi olarak, bu sürecin mimarlarının düşündüğünün tam aksine, Türkiye’de yepyeni bir siyasi yapılanmaya zemin hazırladı. DYP ve ANAP, daha sonra girdikleri seçimlerde tamamen silindiler. Bazı siyasetçiler tarafından ‘’Merkez Sağ’’ olarak isimlendirilen zemin, bütünüyle Ak Parti tarafından doldurulmaya başlandı. Recep Tayyip Erdoğan ise, girdiği her seçimde oyunu ve milletin teveccühünü biraz daha artırarak Türkiye siyasetindeki yerini ve liderlik kariyerini, hiç tartışmasız bir şekilde pekiştirdi ve herkese kabul ettirdi. 28 Şubat Sürecinde uğranılan hak kayıplarının bütününü mümkün olduğu kadar telafi eder tarzda çok önemli kararlar alındı. Hatta birçok alanda çok daha ileri adımlar atıldı. Bugün için aradan 22 yıl geçmesine rağmen, uğradığı bütün saldırılara, suikastlara ve en son tarihte emsali görülmemiş 15 Temmuz hain darbe teşebbüsüne rağmen, Türkiye siyaseti ve yönetimi içinde bir numara olarak ağırlığını ve etkinliğini artırarak devam ettiriyor.