Türkiye darbelere ve darbe girişimlerine hiç yabancı değil. Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ile neticelenen 31 Mart Olayı ile başlayan bu gelenek, kendilerini devletin esas sahibi olarak gören ve askeri okullarda bu şekilde yetiştirilen subaylar tarafından adeta rutin bir hale getirilmeye çalışıldı. Çok partili siyasi hayata geçildikten sonra da çok sayıda darbe ve darbe girişimi oldu. Bunlardan birisi de, diğerlerinden daha farklı bir strateji ile gelişen ve adım adım uygulanan “28 Şubat Postmodern Darbe” sürecidir.
Zaman zaman bu çirkin ve gayri ahlaki bir anlayışın sonucu olarak sahneye konan darbeleri ve bu sürece götüren olayları hatırlamakta ve yeni nesillere aktarmakta büyük fayda mülahaza ediyorum. Çünkü bu darbeler ve bu süreç zarfında yaşanan dehşetli olaylar unutulursa, bazı hususların kıymeti bilinmiyor ve ders çıkarmakta çok yetersiz kalabiliyoruz. Özellikle genç nesillere bu konuların ders alıcı bir üslupla ve kulaklara küpe olacak bir şekilde anlatılmasının büyük faydaları olacağı şüpheden varestedir.
28 Şubat 1997 tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda, Genel Kurmay Başkanlığı tarafından irtica ile mücadele amacıyla hazırlanan on sekiz maddelik bir bildiri kabul edildi. Bu bildiri ile resmen ‘’28 Şubat Süreci’’ başlamış oluyordu. Aslında Milli Güvenlik Kurulu kararları, Anayasal olarak tavsiye niteliğindedir. Fakat 28 Şubat 1997 tarihinde toplanan MGK’da kabul edilen maddeler, bir tavsiye olmanın çok ötesinde, adeta seçilmiş Cumhuriyet hükümetine emir verir bir tarzda kaleme alındı, bu vurgu ve istibdat havası ile kamuoyuna sunuldu. Bu on sekiz madde şu şekilde sıralanıyordu:
Millî Güvenlik Kurulu'nun 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A (rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler)
1-Anayasamızda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
2-Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı'na devri sağlanmalıdır.
3-Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
a-8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı.
b-Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kuran kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
4-Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâplarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
5-Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir.
6-Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
7-İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nden (TSK) ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'yi dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır.
8- İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK'dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir.
9- TSK'ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
10-Bu maddenin tam metni Türkiye'nin uluslararası ilişkileri hakkındadır.
11-Aşırı dinci kesimin Türkiye'de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir.
12-T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasa’sına aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır.
13-Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.
14-Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
15-Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır.
16-Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasadışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır.
17-Ülke sorunlarının çözümünü "Millet kavramı yerine ümmet kavramı" bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.
18-Büyük Kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemelidir.
Alınan bu kararlar medyanın önemli bir kesiminin çok büyük desteği ile hükümete küstahlığa varan çok büyük bir baskı ile dayatılmaya çalışıldı. Böylece, tamamen demokratik olarak kurulan bir cumhuriyet hükümeti, bürokratik bir müdahale ile iş yapamaz hale getiriliyor ve ayrılmaya zorlanıyordu. Bu kararlara karşı bir müddet direnen Başbakan Necmettin Erbakan, herhangi bir icraatta bulunamayacağını anlayınca, ‘’Dönüşümlü Başbakanlık’’ formülünün de gereği olarak istifasını Cumhurbaşkanı Demirel’e sundu. Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi milletvekilleri, de bir deklarasyon yayınlayarak, Tansu Çiller’in başbakanlığını desteklediklerini kamuoyuna ilan ettiler.
Ancak, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma görevini Çiller’e vermeyerek, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Tansu Çiller, bu dönemde Refah Partisi ile koalisyon kurarak, suçlu durumuna düşmüş ve böylece bu dönemin istenmeyenleri arasında yer almıştı. Bu sıralarda Doğru Yol Partisi’nden (DYP) istifa furyası başlamıştı. Bu milletvekilleri, Hüsamettin Cindoruk başkanlığında Demokrat Türkiye Partisini (DTP) kurdular. İsmi demokrat fakat kendisi yapılan postmodern bir darbeyi desteklemek ve devam ettirmek için kurulan Demokrat Türkiye Partisi, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından da destekleniyordu. Nitekim Süleyman Demirel’e yakınlığı ile bilinen Doğru Yol Partisi milletvekillerinin çoğu istifa ederek Demokrat Türkiye Partisi’ne geçtiler. Böylece yeni kurulacak hükümetin alt yapısı oluşturulmaya başlandı. Tansu Çiller de bu arada yaptığı tarihi hatasının bedelini ‘’A Takımı’’nı büyük ölçüde kaybederek ödedi ve DYP büyük bir darbe aldı. Tansu Çiller 1995 seçimlerine girerken birçoğu Doğru Yol Partisi geleneğinden gelmeyen ve çok farklı dünya görüşlerine sahip birçok ismi ‘’ A Takımı’’ adı altında DYP listelerinden ve seçilebilecek yerlerden aday göstermiş ve bu kişilere TBMM’nin yolunu açmıştı.
DYP’den istifa ettirilen Milletvekilleri ile TBMM’de grup kuracak bir sayıya ulaşan Hüsamettin Cindoruk başkanlığındaki DTP, Mesut Yılmaz’ın başkanlığında kurulan koalisyon hükümetine, Bülent Ecevit Başkanlığındaki Demokratik Sol Parti (DSP) ile birlikte katılarak güvenoyu alacak bir sayıya ulaştılar. Oyun ve kumpaslarla kurulan bu hükümet Anasol-D adı ile anılmaya başlandı.
Başbakan Mesut Yılmaz bu süreçte, ‘’hükümetin misyonunu 28 Şubat kararlarını gerçekleştirmek’’ olarak açıklayan birçok demeç verdi. Refahyol döneminde Batı Çalışma Grubu tarafından başlayan ve neredeyse bütün vatandaşları içine alan fişleme faaliyetleri, Anasol-D hükümeti tarafından artan bir hızla devam ediyordu. Valiler, kaymakamlar, okullar, yurtlar, daire amirleri, memurlar araştırılıyor; dindar olanlar, namaza gidenler, eşinin başı örtülü olanlar potansiyel suçlu kategorisine dâhil ediliyorlardı. Bu fişleme öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, mağazalar, marketler, şirketler ve hatta kebapçılar bile bu suçlama ve fişlenme furyasından nasiplerini almışlardı. Askeri personelin eşleri de bu jurnal faaliyetlerinde ajan olarak çalıştırılmak isteniyordu.
Batı Çalışma Grubu’nun bu faaliyetleri, Refahyol hükümeti döneminde Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından deşifre edilmişti. Bu sıralarda Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ile er Kadir Sarmusak, bu faaliyetlerden dolayı tutuklanmıştı. İşte İçişleri Bakanı Meral Akşener ile Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, bu sebeplerden dolayı kara listeye alınmıştı. 28 Şubat Sürecinde kemal-i hahişle hükümeti kurmaya amade olan Mesut Yılmaz ve DYP’den istifa ettirilen milletvekillerine, Hüsamettin Cindoruk başkanlığında kurdurulan DTP ile DSP, Ana-Sol-D Hükümetinde bir araya geldikten sonra artık bu fişleme çalışmaları için bir engel kalmamıştı. Bülent Ecevit de, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak aradan 19 yıl geçtikten sonra yeniden hükümette görev aldı.
Demokrasimizin çetin bir sınavdan geçtiği, yetkili ve üst düzey bazı devlet görevlilerinin birilerini ‘’kazığa oturtmanın’’ hayalini kurduğu bu karanlık istibdat günlerinde, demokrasi sınavını başarıyla geçenlerden birisi de, eski bakanlardan Hasan Celal Güzel idi. Defalarca mahkemelere giden ve bir ara hapishaneye de gönderilen Hasan Celal Güzel, Hasan Hüseyin Kemal’e verdiği bir röportajda, o günlerde yaşanan bu hadiseleri trajikomik bir üslupla yıllar sonra şu şekilde anlatacaktı: ’’ Nisan başından itibaren koskoca yargı mensuplarına Genelkurmay tarafından irtica brifingi verilmeye başlandı. Yargı mensupları askere alkış tutuyorlardı. Bir hukuk rezaleti yaşıyorduk. Batı Çalışma Grubu ortaya çıkarılmıştı. Ben de bunun üzerine DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel’e “Anayasal düzeni değiştirmek üzere cunta kuruluyor” diye suç duyurusunda bulundum. Bunun yanında Ankara’da bir otelde Genelkurmay brifingine alternatif bir brifing hazırladım, şekil olarak ona benzettim. Konuşmamı BÇG’ye getirerek “Size mezhepçi illegal Batı Çalışma Grubunu tanıtmak istiyorum” dedim.
Cunta Başkanı Doğu Aktulga’dan başladım. Başçavuşa kadar indim. Bu çalışmamı devletin üst düzey yöneticilerine gönderdim. Amacım birkaç gün sonra yapılacak Askerî Şûrâ’da cuntacılara projeksiyon tutmaktı. Bu basın açıklamamdan sonra beni Terörle Mücadele Timi evimden aldı. Meğer Genelkurmay Adlî Müşaviri Erdal Paşa, “24 saat de olsa, gözaltında tutun” demiş. Sorgulamayı yapan Emniyet Müdürü sabaha karşı kalp krizi geçirerek ruhunu teslim etti. Bu olaydan sonra herkes beni mübarek ilân ederek uçurmaya başladı. Hâlbuki adam o gece çok kibar bir şekilde yanıma gelip oturdu. Bir şey demedi. Bizim sabaha kadar sorgulanmamız, Ankara’daki rütbeli polislerin ellerinde baklava börekle gelmesiyle devam etti. Sabah ise, beni emniyetin mescidine götürdüler. İllâ “sen imam ol” dediler. Ben de onlara sabah namazı kıldırdım. Benim sorgulanmam böyle devam etti. Bereket versin, bizim insanımızın mayası pırıl pırıl...’’
Bu dönemde başörtüsü ile amansız bir mücadele başlamıştı. Yasak bütün Üniversitelere en acımasız bir şekilde yaygınlaştırılmıştı. Hatta bir ara yasağın en katı uygulayıcısı durumunda olan Kemal Alemdaroğlu yönetimindeki İstanbul Üniversitesinde, yasağın gevşetilme belirtileri görülmüş, ancak bu dönemde 28 Şubat’çılarla çok iyi ilişkilerde bulunmaya çalışan ve onların bir dediğini iki etmeyen FETÖ Lideri Fetullah Gülen’ın Kanal D’de sarf ettiği bazı sözler sonucu bundan vazgeçilmiş ve başörtüsü zulmü şiddetlendirilerek devam ettirilmişti. Fetullah Gülen 16 Nisan 1997'de Kanal D'den Yalçın Doğan'a verdiği röportajında da 28 Şubat Sürecindeki askerin tutumunu destekleyen ifadeler kullanmış ve şunları söylemişti: "Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan."
Bu hükümet döneminde Batı Çalışma Grubu’nun Başbakanlığın kontrolüne geçmesini sağlamak amacıyla Başbakanlık bünyesinde bir Takip Kurulu oluşturuluyor ve Başbakan Mesut Yılmaz da ‘’ artık BÇG’ye gerek yok’’ diyordu. Fakat sonradan ortaya çıktı ki, BÇG çalışmalarına aralıksız devam etmiş, fişleme ve istihbarat çalışmalarını kesintisiz sürdürmüştü. Yine bu dönemde Anayasa Mahkemesi tarafından seçimlerden birinci parti olarak çıkan Refah Partisi kapatılıyordu.
Refah Partisi bu dava sürecinde İmam –Hatip Liselerini açmakla suçlanacak, bu arada Anayasa Mahkemesinde yapılan savunmada, Refah Partisinin bir tek İmam Hatip Lisesi bile açmadığını, İmam Hatip Lisesi açma yetkisinin Milli Eğitim Bakanlığında olduğunu, hiçbir zaman da Milli Eğitim Bakanlığının Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi tarafından yönetilmediğini ifade edilecek, ancak yine de kapanmaktan kurtulamayacaktı. 28 Şubat Post-modern darbe ile geçmişten alınan bir gelenek, başarı ile geleceğe taşınmıştır. 31 Mart olayı bahane edilerek Sultan Abdülhamid’in tahttan uzaklaştırılması ile başlayan darbeler geleneği ne yazık ki bu çirkin ve anti demokratik süreç ile devam etmiş, fakat dünyadaki konjuktürel şartlar müsait olmadığı için bu sefer yönetime doğrudan el konulmamış, istediği icraatları kayıtsız şartız bir emir eri itaatinde yapacak bir hükümeti işbaşına getirmekle, dolaylı olarak yönetime el konulmuş, milletin seçtiği meclis ve hükümet adeta bir kukla durumuna düşürülmüştü.