Abdullah Hakimoğlu - Muhabbet Medya
“Ya Muhammed onlara de ki: şayet ahiret evi Allah katında diğer insanlara değil de özel olarak yalnızca size ait ise ve bu iddianızda doğru iseniz haydi ölümü temenni edin.”
(Bakara:2/94)
Yahudiler bazı ayetlerde bildirildiği gibi “Biz Allah sevgili kullarıyız. Bize Allah’ın azabı ancak birkaç gün dokunuz. Allah bizi cehenneme atmaz” diyorlardı. Ama bu arada Tevrat’ı değiştiriyorlar, peygamberlerine isyan ediyorlar hatta bazı peygamberleri öldürmekten çekinmiyorlardı. Onlar Hz. Musa Tur dağına çıktığında Samiri’nin altından yaptığı buzağıya tapmaya başlamışlardı. Her türlü kötülüğü yapmalarına rağmen yine de “biz Allah’ın sevgilileriyiz” diyorlardı. “Ahirette cennet bize hastır. Başkaları cennete gitmeyecektir”, şeklinde konuşuyorlardı.
Bu ne yaman çelişkidir. Allah’ın sevgili kulu olmak, O’nu her şeyden fazla sevmeyi gerektirir. Allah’ın emirlerini yapmayan, yasakladıklarını yapanların Allah sevgisi lafta kalan bir sevgidir. Bu yüzden Kur’an, onların bu yalanlarını ortaya çıkarmak için, “madem ahiret yurdu sadece size aittir, siz Allah’ın sevgili kullarısınız, eğer bu iddianızda doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin bakalım” teklifinde bulundu.
Ölümü temenni etmek, ölmeyi istemek her kişinin kârı değil, “er” kişinin kârıdır. Allah'ı seven, bu sevginin gereğini yerine getirenlerin söyleyecekleri bir şeydir. Ama Yahudiler, Kur’an’ın ifadesiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmediler ve etmeyeceklerdir. Edemezler de zaten. Kur’an, “Onlar, işledikleri günahlar ve yaptıkları isyanlar sebebiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir” buyur. Kur’an günah işleyerek, Tevratı değiştirerek Allah’a isyan eden Yahudileri, ya da onlar gibi olanları “zalimlik”le nitelendiriyor.
O halde, günahlar, isyanlar, zulümler insanı, ölümü düşünmekten uzaklaştırır. Bu tür insanlar ölümden korkarlar, ölümü düşünmek onların o menhûs lezzetli zevklerine zehir katar. Bu yüzden kendi kendimize sormalıyız:
Biz ölüme hazır mıyız? İmanımız kuvvetli mi? Amel defterimiz nasıl? Ölümü düşünmek istemiyorsak, ölümü sevemiyorsak, gidişatta bir aksaklık var demektir. Kendimizi muhasebe ve murakabe edelim. Hayatımız nasıl geçiyor? Yahudiler gibi ölüm ile barışık değilsek, ölümden kaçmaya çalışıyorsak, “kapımı çalıp durma ölüm, ben ölecek adam değilim” diye içimizden geçiriyorsak emirleri yapmakta, yasaklardan kaçınmakta kusurlarımız var demektir.
Ölüm avcısından kurtulan kim var?
Bugüne kadar ölüm avcısının elinden kimse kurtulamamıştır. Çoğu kimse deve kuşu gibi davranıyor. Deve kuşu çölde gezerken, avcı kendisini görmesin diye başını kuma sokar. Avcının dışarıda kalan koca gövdesini gördüğünü fark etmiyor. Avcı onu ummadığı bir zamanda vuruyor. İnsan da ölüm avcısından saklanmak için başını gaflet kumuna sokuyor. Ölümü hatırlamak, görmemek için kendisini sarhoş ediyor, eğlencelere atıyor. Ama ölümün keskin nişancısının elinden kurtuluş yoktur. O her zaman peşimizde. Kendisiyle olan randevu saatimizi bekliyor. Önemli olan o randevu saati gelmeden uyanmaktır. Allah, bu randevunun ne zaman, nerede, kaç yaşında olacağın bize merhamet ettiğinden dolayı bildirmiyor. Bu yüzden her an olacakmış gibi, hareket etmeliyiz.
Kendimize çeki-düzen vermeliyiz. Ölümü Mevlana gibi, bir “şeb-i arus” olarak, Allah’a kavuşma anı olarak görebilirsek, işte o zaman Yahudilerin zıddına ölümü arzu edebiliriz. Arzu etmekten öte sevebiliriz ölümü. Bu da ancak Allah’a olan şiddetli sevgi ile, o sevginin gereğini yapmakla olur. Şeb-i arus, yani düğün gecesi. Dostla buluşma gecesi. Allah dost. Dost dosta kavuşmayı neden temennî etmesin. Biz O Gerçek Dosta kavuşmak istersek, o da bize kavuşmak ister. İşte bütün mesele, Ona kavuşma arzusunu ve sevgisini taşımaktır.
Allahım! Sen bize sana kavuşma arzusunu ve bu yüzden ölümü sevme istediğini ver. Sana kavuşma arzusunu doğuracak itaat ve ibadet şuuru içinde yaşamayı nasip et.
Amin.